{Eylül ’07 MisAfiR KaLeM Yazısıdır}
“Niceleri vardır, rüyalarını yaşatmak isteyen. Onlar rüyalarının içinde boğulup gideceklerini asla görememektedirler. Çünkü rüyalarındaki parlak ışığa gözlerini kırpmaksızın bakarlar. Halbuki gözlerini ovuşturup ışıktan ayırmayı deneseler göreceklerdir ki baktıkları ışık onları pür karanlığın içine gömmüştür. Niceleri vardır, yüzlerine gölgelerden yapılma kapkaranlık birer maske geçirmişlerdir ve bu maske öyle aldatıcıdır ki dışarıdan bakanlar onları ak yüzlü bilgeler sanarlar. Bilmezler ki beyaz, siyahtan da daha siyahtır.”
Rüyalar hüzündür, rüyalar acıdır, rüyalar buluştur, rüyalar varoluştur çoğu zaman. Ama en büyükler en güçlüler hep gelmeden önce rüyalarda gösterirler kendilerini.
İlk Günahkar Caine
İlk insanlar dünyaya gönderilmişti. Adem ve onun karısı Lilith… Lilith zamanla Adem’in istediklerini yapmadığı için Tanrı tarafından cezalandırılıp Nod diyarına gönderildi. Ardından Adem’e eş olarak Havva gönderildi ve bunların çocukları oldu. Geçen uzun zamanların ardından bu çocuklar bir meyve ağacı gibi yavaşça büyümeye ve serpilmeye başladılar. İlerleyen günlerde çocuklar birbirlerine daha çok bağlandılar çünkü bağlanacak başka bir şeyleri yoktu bu dünya üzerinde. Kanından canından bir parça gibi. Habil ile Kabil bunlardan birisi Çiftçilikle diğeri ise hayvancılıkla uğraşmaya başladı.
Günlerden birgün Tanrı elçileri ile haber saldı Adem’e. Oğullarının ona yılın belli dönemleri adak vermesini en sevdikleri en değer verdikleri güzel şeylerini Tanrı’ya sunması gerektiğini iletti. Adem bunu oğullarına anlattı. İlk gün geldiğinde Habil sürüsünün en güzel ve genç hayvanını avlayarak sunağa getirdi ve koydu. Kabil ise bahçelerinden topladığı en güzel meyveleri otları bir sepet içinde sunağa koydu. Belli bir süre sonra Tanrı Habil’in adağını kabul etti ve onu göğe yükseltti. Kabil bu duruma çok üzüldü ama soğukkanlılığını kaybetmeden oradan ayrıldı. Acısını hep içinde yaşattı.
Ve bir yıl geçti üstünden, yine aynı gün gelmiş Habil yine en güzel hayvanını getirmişti. Kabil ise eli boş geldi ortama. Sordular Kabil’e “niye elin boş geldin?” diye. O ise “Size en çok sevdiğim en güzel en bağlı olduğum şeyi sunacağım” dedi ve paltosunun altından çıkardığı sivri kemik tarzı bir şeyi Habil’in kalbine sapladı. Habil kanlar içinde kardeşinin kollarında can verdi oracıkta.
Tanrı bu duruma çok kızdı ve Kabil’i (Caine) Nod diyarına gönderdi. Orada yalnız günler geçirmeye başladı. Meleklerden birisi birgün geldi konuşmak için onunla. “Yaradanımız affedicidir affını dile, geri gel dünyaya” dedi ama Caine iradeli bir adamdı. “Bir hata yaptımsa günahlarımla yaşamayı bilirim” dedi. Ve melek onu dünyanın güzelliklerine karşı lanetledi. Diğer melekler indiler tek tek ve aynı monologun ardından hepsi bir bir diğer şeylere karşı lanetledi. En sonunda Tanrı onu ölümsüzlüğe karşı lanetledi.
Birgün Nod’un sonsuz çöllerinde gezerken bir kadınla karşılaştı. Kadın Caine’yi evine aldı. Kadının adı Lilith idi. Onu kanıyla besledi ve bildiği tüm gerçekleri öğretti. Gerçeklerin nasıl büküldüğünü öğretti. Ardından birgün Caine yine bir günah işledi ve Lilith’i öldürdü. Tanrı bu sefer onu dünyaya geri aldı ve sürekli geceleri yürümesi için lanetledi. Önce 3 çocuğu oldu ve bu çocuklarının 13 çocuğu… Bu 13 çocuk kendilerine aile kurdular ve dünyanın 4 bir tarafına yayıldılar. Bu dağılma ile birlikte 13 vampir ailesi oluşmuş oldu. Hepsi babaları olan Caine’nin aldığı lanetlerin daha doğrusu hediyelerin bir parçasını aldılar. Bir aile Anadolu’ya geldi, en yüksek dağa kurdular kalelerini. Anadolu’yu ve Arap çöllerini korumak onlara düştü. Diğer bir aile en büyük ormanlara yerleşti ve bu ormanları korumaya adadı kendini. Diğer bir aile insanların içine girdi ve yönetimi ele geçirmeye başladı. Diğer aile ise kendilerini kapadılar içlerine, ölümün gizemini araştırmaya vurdular kendilerini.
Fakat vampir popülasyonu artmaya başlayınca Vatikan bu olayları araştırmak için bir grup görevlendirdi. Yıllarca çalıştılar, engisizyonun da gelmesi ile bilgiler bir araya geldi ve avcılar türediler. Bu vampir avcıları sadece vampirlerle kalmıyor dünyada gelişen bir çok doğa üstü olayı da araştırıyordu. Vampirlerin dünya üzerine kattığı büyük şeyler vardır. Bunlardan birisi Vampir Michael’in rüya olarak adlandırdığı Constantinopolis yani şu anki ismi ise İstanbul’dur. Michael buna rüya diyordu çünkü; Tanrı bu vampir çarkına düşenlerden cennete girme haklarını almıştı. Durum böyle olunca Michael de “eğer cennet bize bahşedilmemişse biz de kendi cennetimizi yer yüzünde kurarız” diyerek bu Şehri kurması için Yüce Konstantin’i kandırmıştır.
“Baba, oğul ve kutsal ruh adına. Tanrı sizi kutsasın mücahit Konstantin”
Ve Muhteşem Konstantin, çenesini onurlu bir edayla yukarı kaldırdı. Muhteşem Konstantin’in gözlerinin içinde bitmek tükenmek bilmez bir ateş yanarken gözleri dik bir şekilde titremekte olan kandil ateşini izliyordu. Bu gece Antonius’un da ilhamıyla Konstantin tarafından imparatorluğun kaderini değiştirecek bir karar alınmıştı ve bu yeni bir çağın doğuşunun habercisiydi. Rüya gerçekleşiyordu. Konstantinopolis rüyası…
Rüya… Michael’in Zaferi… Muhteşem Konstantin…
Kaz tüyünün kana bulanarak parşömenleri doldurduğu ve tarihe geçirdiği öykülerden biridir Konstantinopolis. Bir Rüya(i)’ydı Michael’in tabiriyle. Anasının rahmini pençeleriyle yırtıp geçmiş Moğol Cengiz gibi bir doğuşu, bendini parçalayarak dalgalar halinde yükselen sular gibi bir yükselişi ve eski zamanlardan unutulmuş bir melodiyi hatırlatırcasına ağır ağır üflenen bir Ud’un çıkardığı ezgi gibi bir sonu olan şehir burası. Burası Konstantinopolis. Caine’in çocuklarının kazandığı ve ardından kaybettiği diğer her şey gibi, tarih kitaplarının kanla yazılmış sayfalarına işlenmiş bir şehir.
Dinleyelim Altın Şehrin öyküsünü.
Doğuşunu, yükselişini ve çöküşünü.
Antonius, Dracon ve Michael’in Rüyasını dinlerken,
Hatırımıza gelsin hüznün ezgileri…
—
e-vren günlüğü’nün Eylül ’07 MisAfiR KaLeMi Çağrı Paçin, 1987 Bursa doğumlu. Erciyes Üniversitesi’nde Pazarlama ve Satış Teknikleri bölümünde okuyor. Bursa’da Genç Platform’un kurucularından ve Avrupa Birliği Gençlik Projeleri gerçekleştiriyor. Aynı zamanda The Island – ADA projesinin mimarlarından.
Cok guzel bir yazi olmus,Cagri Pacin’in yuregine saglik.
Arada yaradılış miti falan mı okuyorum diye düşündüğüm, bana biraz karışık gelen güzel bir yazı :)