‘İlk Türkçe Bloglar’ listesinin ardından başlayan Blog Yazarları Söyleşileri için aylar öncesinden Ayça Oğuş’la Eylül’de görüşmek üzere sözleşmiştik. Nihayet yıllardır internet ortamındaki ismen tanışıklığımız, 25 Eylül 2016 Pazar sabahı Karaköy’de yerini yüz yüze tanışıklığa bıraktı. Söyleşi öncesi kahvaltı yapacağımız yere girdiğimizde Ayça’nın ilk sözü ‘Sen bu blog işine niye kafayı bu kadar taktın? Artık kimse blog okumuyor’ oldu. Bu sorunun cevabı aslında yine Ayça’nın aşağıdaki söyleşide blogunun hayatına etkileriyle ilgili anlattıklarında apaçık ortada.
Söyleşinin en zor kısmı profesyonel bir fotoğrafçı olan Ayça’nın fotoğraflarını çekmekti. Fotoğraf çekimine geçince ister istemez gerildim. Onun fotoğraflarını çekerken uzun süredir portre çekmediğimi de fark ettim. Zaten Ayça’nın uyarılarıyla bu gerçekle yüzleşmem zor olmadı ;)
Ayça, başarılı fotoğrafçılığı ile ön plana çıkmış gibi görünse de bizi bir araya getiren şey onun bloguydu. Blogunun ona fotoğrafçılık dahil şu an hayatında sahip olduğu çoğu şeyi beraberinde getirdiği noktasında hemfikirdik. Blogların hepimizin bugününü ve geleceğini inşa ettiğini çok derinden tecrübe ediyoruz.
Ayça’yı gerçek hayatta da tanımaktan büyük mutluluk duydum ve bu söyleşi sayesinde insan kumbarama harikulâde bir arkadaş daha ekledim. Enerjisi ve hayata bakışıyla bana harika bir söyleşi deneyimi yaşatan Ayça’nın anlattıklarına sözü bırakıyorum.
Google’da seni arattığımızda ilk sırada doğum fotoğrafçısı olarak çıkıyorsun. Ama seninle bir araya gelme amacımız ‘İlk Türkçe Bloglar’ listesinde yer alman ve bu söyleşi de senin blog yazarlığı tarafınla ilgili. ‘Fotoğrafçı, blog yazarı, anne, hatta yoga eğitmeni’ gibi seni tanımlayan çok fazla özelliğin var. Peki ‘Ayça Oğuş şudur.’ dediğimizde sen en çok hangisisin?
Bugüne kadar Google’a hiç ‘Ayça Oğuş’ yazmadığımı fark ettim. Acaba ‘Ayça Oğuş’ yazınca niye başta blog çıkmıyor da doğum fotoğrafçılığıyla ilgili aycaogus.com çıkıyor? Benim hiçbir zaman portfolyo gibi bir sitem olmadı. aycaogus.com hep fotoğrafların hikayelerini yazdığım bir site oldu. Eskiden girdiğim her doğumu yazardım. Çekimler arttıkça ona yetişememeye başladım. Her doğumun benim için bir hikayesi vardı. Aslında ona da bir çeşit fotoğraf blogu diyebiliriz. Galeri daha alt sayfalardadır. Ana sayfayı açtığın zaman yazılar çıkar. Ama bilmiyordum pi.web.tr‘yi geçmiş olduğunu aycaogus.com’un.
Ayça Oğuş kim? 2007 yılından beri oğluyla beraber doğmuş bir anne aslında. Ne fotoğrafçı ne blog yazarı. Son geldiğim yerde insan olmaya çalışan biri Ayça Oğuş. Belki 2 sene önce sorsaydın, ‘fotoğrafçı’ derdim ama fotoğrafçı mıyım? Fotoğraf sanatçısı değilim; fotoğrafçıyım, fotoğraf çeken insanım. İnsanların özel anlarını ölümsüzleştiren, onları belgeleyen, belgesel fotoğraf çeken bir fotoğrafçıyım. Bir kere alaylıyım zaten, öyle akademik değilim. Burada kendime biraz haksızlık ediyor olabilirim çünkü ben İtalyan Lisesinden mezunum ve biz çok ciddi bir sanat eğitiminden geçerek büyüdük. Hep ‘okullu değilim alaylıyım’ diyorum ama aslında lisede de aldığım ciddi bir sanat eğitimi var. Belki sonradan elde ettiğim bu mesleğe onun da etkisi vardır. Onun dışında uzun süredir de bir blog yazarıyım. Epey zaman oldu; 2006… On sene oldu.
O halde kendini arada rahatlıkla blog yazarı olarak tanıttığın olmuştur değil mi?
Hiç ‘blog yazarıyım’ diye tanıtmadım ama ben blog yazarıyım. Bir 10 sene var burada. 10 senenin öncesi de var aslında. Ben eşimle beraber dağ sporları yaparken pandul.org sitesini kurduk. pi.web.tr’nin de öncesi var bizim yaşamımızda. Pandul’le başladı; dağcılık camiasında çok sıkı bir arşivdir. Aslında ben orada yazıyordum. Onun öncesinde de bir doğa aktiviteleri sitesi vardı, onun web sitesini yapıp orada yazıyordum. pi.web.tr ile başlamadı mesele. Dolayısıyla ben bir blog yazarıyım çünkü bilgi paylaşıyorum. Bilginin paylaştıkça çoğaldığına inanıyorum. Sonra anne olma duygusuyla yazmaya başladım. Gidip araştırıp kendim için iyi olanı bulup sonra da onu yazıyordum. Bu bana iyi geldi. ‘Paylaşıyorum, dursun burada’ diye yazdığım bir alanım o benim. Blog ne ise, senelerdir amacıma hizmet ediyor.
Aslında az önce blog yazmaya başlama hikâyeni de özetledin. Bir de senin defterlere günlük yazarken eşinin senin için açtığı ve bizi sana ulaştıran pi.web.tr’nin bir hikâyesi var. Eşin o siteyi sana açmasaydı hikayenin bu noktasına gelmeyecek miydik?
Gelmeyecektik. Öngörüsü kuvvetli bir kocam olduğunu söyleyebilirim. Bana demişti ki ‘dijitalde yaz’, o yüzden pi.web.tr’yi bana almış. ‘Bu burada dursun ve sen artık burada yaz.’ dedi. Bense ne yazacağımı, WordPress’i nasıl kullanılacağımı bile bilmiyorum. Kafayı kıra kıra öğrendim. Hatta daha da ilginci nasıl yazı yazılacağını bilmezken yıllar sonra WordPress’ten site yapıp para kazanır hale geldim. Ne yazacağımı bilmeden öyle yazmaya başladım.
Blogunun ismi ‘Pi – Nik Kuş’ nereden geliyor?
Pİ, bizim aile sembolümüzdü. Kolumda da Pi işareti vardır. Pi’nin bir hikayesi var, çok özel bir hikaye. Alpay (eşi) ne isim vereceğimi bilemediğim için böyle geçici olarak Pi-Nik Kuş yazmıştı. ‘Kalsın orada, bulur adını.’ dedim ve öyle kaldı.
Bugün olsa yine aynı ismi verir miydin bloguna?
Verirdim çünkü adresi de pi.web.tr ve pi-web biraz daha akılda kalıcı. Açtığın zaman bir tane kuş vardır, Pi-Nik’tir. Pi işareti üzerine gitmek istemedim. Pi’yi oraya koysaydım pi işareti olarak genel geçer bir şey olacaktı ama bana pi’yi anlatan başka bir görüntü daha çarpıcı oldu benim adıma.
Blog hayatının neresinde? Hobi olarak mı var yoksa vazgeçilmez bir şey olarak mı var?
Blog, vazgeçmemem gereken bir şey. 30 yaşından sonra eve kapanmış, çocuk büyütmeye çalışan, kendi ekonomik özgürlüğünü kaybetmiş bir kadın olarak o dönem kocamla birlikte çocuğu büyütmeye çalışıyoruz. Benim için çok büyük bir nefes alma alanıydı. Kimse yoktu o zamanlar yazan ama ben yazdığım zaman beni okuyanlar vardı. Bu hayatta doğuran, bu sorunları yaşayan tek kadın olmadığımı hatırlatan; başım sıkıştığında yazıp paylaşıp rahatlayıp oradan gelen cevaplarla zaman zaman tokatlar yiyip o lohusalığı geçirdiğim dönemde bana çok kol kanat germiş bir alan oldu blogum. Kendimi bulmaya başladığım, ‘ben kimim’i keşfettiğim, elimde bir çocukla yavaş yavaş kimliğimi oluşturmaya başladığım bir alanın zeminiydi pi.web.tr
pi.web.tr tabi hayatımın vazgeçilmezi çünkü şu anki hayatımın temelini oluşturuyor. Bugün her şeyi bırakıp karavana atlayıp Avrupa’ya gidebiliyorsam, çocuğuma okulu bıraktırabiliyorsam aslında her şeyin hikayesi o pi.web.tr ile başladı.
Blog yazarları için hangi şehirde yaşadıklarnın önemli olduğunu ve özellikle İstanbul’daki blog yazarlarının içerik üretme, daha çok tanınma gibi konularda daha avantajlı olduğunu düşünüyor musun?
İstanbul’da yaşamayan bir blog yazarı olmadığım için bunu bilemem. İstanbul’da yaşamayıp da blogumu kursaydım nasıl olurdu bilmiyorum ama düşünüyorum, şimdi ben Bozcaada’da yaşıyorum diyelim; 10 sene önce yazmaya başladım. Benim yaşam şeklim zaten buydu, bunu yazacaktım. Bundan farklı bir şey yazmayacaktım. Bence nerede yaşadığınla çok büyük bir bağı yok. Senin kim olduğunla ve kendini nasıl ve hangi samimiyetle anlattığınla okuyucunu tuttuğunu düşünüyorum. Ama elbette ki İstanbul’da olmasaydım daha az alternatif çıkardı. Daha küçük bir şehirde bu biraz daha zor olacaktı. Çok fazla blog etkinliği de var büyük şehirlerde. Etkileşim de önemli, gidiyorsun farklı insanlarla tanışıyorsun. İstanbul’da olmanın avantajları oldu tabi ama yine de diyorum ki ben, ben olduktan sonra yazdığım her yerde yazarım.
Sence Ayça Oğuş popüler bir isim mi?
Popüler miyim bilmiyorum. Benim hedefim popüler olmak değildi, fonksiyonel olmak ve işe yaramaktı. Dolayısıyla popüler olmakla ilgili bir kaygım olmadı ama bir dönem popüler olmuş olabilirim. İstanbul’da olmasam blogum bu kadar popüler olmazdı, bence işlevselliği devam ederdi. Çünkü insanlar ’emzirme’ diye aratıyor, pi.web.tr çıkıyor. ‘Sezeryandan sonra sütüm gelmiyor’ diyor, pi.web.tr çıkıyor. Popüler olmama gerek yok, işlevsel olsun yeterli ve ben bunu başka bir şeyle de sağlayabilirdim çünkü beni İstanbul değil Google tanıyor.
O halde tanınmış bir isim olduğunun farkındasın değil mi?
Farkındayım ve bu çok fena bir şey. İlk fark ettiğimde Bozcaada’da denize giriyorum ve denizin ortasındayım; sahilden bir kadın bana doğru koşmaya başladı. ‘Ayça Hanım, Ayça Hanım!’ dedi; görmesin beni diye tekrar suyun içine girdim. Tanımıyorum kadını, blog okuyucusu olduğu aklıma bile gelmiyor. ‘Yazılarınızı okuyorum, ben de yeni doğum yaptım, iyi ki yazıyorsunuz.’ deyince kendimi bir an çırılçıplak hissettim. Çünkü kimse okumuyor gibi yazıyordum. Farkında değilim artık okuyucularım olduğunun. Kendimi bir an o kadar çıplak hissettim ki bir süre yazamadım. Çünkü geçmiş yazılara da dönüp baktığında lohusalığın dibine kadar yazmışım. ‘Çok mu özel yazıyorum acaba? Ne gerek var?’ dedim. Gerçekten kimsenin beni okumadığını zannediyordum. Sonra kaç kişinin beni okuduğunu merak ettim; bir baktım acayip tıklanıyor yazılarım, birçok insan okuyor. Sonra fotoğraf işi girdi, kamplar girdi. Şu an gittiğim bir yerde oturduğumda ‘Merhaba Ayça Hanım, sizi tanıyorum’lar çok fazla olmaya başladı. Popüler değilim ama yaptığım işlerle tanınıyorum. Bir de ismim Ayça Oğuş, bildiğin böyle PR değeri olan bir ad soyad. Çok hızlı kurumsallaştım; sosyal medyayı doğru kulanmak, marka değeri vs bunları da öğrendim. İsmimin bir marka değeri var; kendi soyadım Öztürk, Ayça Öztürk olsam bu kadar bilinmezdim. Ama Ayça Oğuş biliniyor, akılda kalıyor. Bunların da çok etkili olduğunu düşünüyorum. Sosyal medyada doğru etiketlemeler sonucunda tanınıyorsun ama baktığında Instagram takipçi sayım on bin bile değil; hani ne kadar popülerim, değilim. Tanınıyorum ama medyatik değilim. Çünkü medyatik olmakla ilgili çok ciddi tabularım var. İşimle ilgili televizyon programlarına çıkmadım, o kadar tanınmak istemiyorum.
Çok okunduğunu fark ettikten sonra kaleminin rahatlığı gitti mi?
Bir dönem gitti, yazılarımı etkiledi tabi ki. Okunuyor olduğumu fark ettiğim anda yazdığım kişilerin de bir özel hayatı olduğunu fark ettim, daha çok kendi içimi açtım. O dönem şuna karar verdim: Oğlumun özel hiçbir şeyini yazmayacağım. Çok yazıyordum, eskiden kendimle ilgili arkama dönüp baktığımda hatırlamak isteyeceğim şeyleri yazıyordum. Erin’i (oğlu) daha az ön plana çıkarmaya başladım, dilim Erin’i geri çekti çünkü o, onun özeli. Annesiyim ama sahibi değilim; o isterse paylaşabilirim ama onun bana onay verme durumu yoktu o zaman. ‘Onu anlatmayı artık kesmeliyim’ deyip daha çok kendimi anlatır oldum. Mesela kocamla ilgili fotoğrafım çok yoktur. Kocam bile olsa onun özeli, belki istemiyor -ki benim kocam istemiyor- ve senelerdir oğlumun fotoğraflarını ondan izin alarak koyuyorum. ‘Hayır’ dediği fotoğrafları oldu. Çünkü o bir birey. Bu yaz, bir arkadaşı açmış Google’da ‘Erin Oğuş’ yazmış ve Erin’in bir bebeklik fotoğrafını bulup onunla dalga geçmiş. Geldi, ‘O fotoğrafları kaldırabilir miyiz?’ dedi bana.
Peki fotoğrafları kaldırdın mı?
Ne olduğunu bile bilmiyorum. ‘Erin Oğuş’ olarak baktığımda dalga geçilecek bir fotoğraf görmüyorum. Ama o çocuk kim bilir neyi gördü ki onunla dalga geçti. Çıplak fotoğrafını koymamaya dikkat ediyordum. Tuvaletle ilgili yazı yazarken mahremine girmemek için çok özen gösterdim. Bu, birçok blog yazarı annenin kaçırdığı bir nokta: Çocuğumuzun mahremine giriyoruz. Kendimizi onun sahibi zannediyoruz ve popülaritemizi arttırmak için çocuğumuzu kullanıyoruz. Pardon orada dur, öyle bir hakkın yok. Kocanda da hakkın yok. Son yazımda üçümüzün bir fotoğrafını kullandım, ikisine birden, ‘bu çok güzel bir fotoğraf bunu yazıda kullanmak istiyorum.’ dedim, ‘tamam’ dediler. Bu kadar hassas olmak zorunda hissediyorum kendimi. Yarın öbür gün kocam başka bir iş yapmak zorunda kaldığında onun hoşuna gitmeyebilir, işinde ona sıkıntı yaratabilir. Oysa sonuçta kocam ve oğlum değil mi? Hayır, buna çok dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü orası benim alanım; kocam, alanı olmasını isteseydi -ki var ama açık değil- açardı onu zaten. İstediği gibi Instagram’da da Facebook’ta da fotoğraflarını paylaşırdı.
Erin’le ilgili yazdığın çok yazı var, zaten ona hamile olduğunu anlattığın bir yazıyla başlıyor blogun. O yazdığın yazıları Erin, şimdi girip okuyor mu?
Daha değil.
Haberi yok mu o yazılardan?
Web sitesinden haberi var; hatta geçen senelerde yazmak istedi, ona ‘E Hali’ diye bir kategori açtım. Bir iki tane yazı yazdı sonra bıraktı, ben de zorlamadım. Yazmak istediğinde orada onun da bir alanı var.
Son aldığın kararla hayatını bir anlamda sıfırladığını farz ediyorum. Yeni aldığın kararla birlikte o yeni hayatında blog da seninle beraber geliyor değil mi; hem de üstüne yenileri eklenerek.
Tabi ki. pi.web.tr sürekli yıllar içerisinde dönüşen bir platform oldu. Erin’in doğum doktoru, ‘Ayçapedia’ der oraya. Her şeyi yazıyorum on senedir, orada sürekli bir şeyler değişmiş, dönüşmüş. Şimdi de yeni bir dönüşümün eşiğindeyim ve pi.web.tr ona eşlik edecek.
Çıkacağın bu yeni yolculukta blogun sana eşlik edecek ama bu yeni hayat tercihinle birlikte diğer uğraşın ‘doğum fotoğrafçılığı’na nokta koyduğunu söyleyebilir miyiz?
Doğum fotoğrafçılığını noktalıyorum demeyelim, bir noktalı virgül koyuyorum ya da bir parantez açıyorum diyelim. ‘Nokta koydum’ deyip de nankörlük etmek, işin bana küsmesini istemiyorum. Hiç denememiş olmak başarısızlıktır benim için. Deneyip de geri dönebilir, tekrar şehirde yaşayabilirim. O zaman yapacağım tek iş yine doğum fotoğrafçılığı olur, başka hiçbir iş düşünmem. Çünkü büyük bir keyifle yapıyorum. Sadece biraz yoruldum. Bu sadece fotoğraftan yorulmak değil yaşamsal bir yorgunluk. Bir ara vermek, bir nefes almak, bir yaşama ara vermek. Bunun sonucunda dönüp de yerleşeceğimiz yer Bozcaada ama fotoğrafa nokta koyamam. Yerleştikten ve düzenimi oturttuktan sonra yine orada çekim yapmaya devam edeceğim. Belli zamanlarda İstanbul’a geleceğim, İstanbul’la bağım kesilmeyecek; o süre içerisinde gelen doğum çekimi olursa yine çekerim.
Blog ve annelik kavramlarını çok örtüştürdüğünü görüyorum. Erin’in doğumuyla yaşadıkların, annelik duygusuyla iç dünyanda hissettiklerin olmasaydı acaba blogun pi.web.tr’yi günümüze kadar taşımayacak mıydın?
Başka bir şey olabilirdi, yine yazardım çünkü sadece ne yazacağımı bulamıyordum; o, zaman içerisinde gelirdi. Pandul’de yazdıklarım hep gezi yazılarıydı, yine gezi yazıları yazardım çünkü biz sırtına çantasını alıp gezen bir çifttik. Muhtemelen onları yazmaya devam ederdim, oradan da bir yere evrilirdi. Tabi ki annelikle birlikte yeni tecrübeler daha hızlı hayatına giriyor. Her şey çok hızlı oluyor ve konuların çok hızlı birikiyor ama sen sırtında çantayla gezen bir gezginsen o kadar hızlı yenilik gelmiyor hayatına. Bir yerden bir yere gidiyorsun, vakit bulduğunda yazıyor, fotoğraf paylaşıyorsun. Sabahtan akşama bir çocukla o kadar çok şey başına geliyor ki, tabi ki konum daha fazla oluyordu. O yüzden daha hızlı ilerledi. Ama o zaman pi.we.btr’de yazmıyor olurdum da Pandul’de gezilerimi yazardım, yeni bir web sayfası açmazdım.
Ayça’nın blogu, çıkacağınız bu geziyle beraber biraz daha gezi blogu havasına mı bürünecek? Gezi yazıları mı okumaya başlayacağız?
Yine o aile blogundan çıkmayacak. Bu gezi hazırlığı sırasında ‘Families on move’ (hareket halindeki aileler, dolaşan aileler) diye yeni bir şey buldum. Türkiye’de belki yok ama yurt dışında böyle bizim gibi çok aile var. Biraz oraya evrilecek, gezi ve aile. Bu işi yapmayı hayal eden çok insan olduğunu gördüm. Ben bunu yayımladığımdan beri mesaj yağıyor. Yapmayı çok hayal ettiğimiz ama cesaret edemediğimiz bir şeyi yapıyoruz. Bir yerde bir kapı açacağım. Yine işin içinde ailenin, anneliğin, babalığın, ebeveynliğin getirdiği karar alma mekanizması. Çocuğumuz için bir karar verdik, bunu paylaşacağım, gezi paylaşmayacağım. Bir de turistik bir gezi yapmayacağım. Bunu çok net yazmadım henüz. Daha çok eko çiftliklerde gönüllü çalışarak kalacağımız bir gezi planlıyoruz. Daha az para, daha az tüketim, daha az maliyet. Kolay bir yolculuk yapmayacağım.
Bu gezinin süresi baştan belli mi?
En geç Mayıs 2017’de döneceğiz.
Bu macera boyunca Erin’in eğitim planlamasını nasıl yaptınız?
Yurt dışına gidiyoruz gerekçesiyle bir sene kayıt dondurdum. Döndüğümüzde Bozcaada’da ortaokula başlayacak. Aslında Erin şimdi ortaokula başlayacaktı ama yaşı itibarıyla seneye başlaması gerekiyor. Biz ‘dört artı dörtzede’ olduğumuz için Erin 2007 Mart doğumlu, Kasım 2005’lilerle aynı sınıfta okuyor. Yaşına çekmek istedim, o yüzden de ortaokula geçeceği seneyi bekledik, bu seneyi dondurduk. Bu sene 5’e başlayacakken seneye 5’e başlayacak.
Oğlunun böyle bir durumu olmasaydı bu yıl yine seyahate çıkar mıydın yoksa erteler miydin?
Çıkardım, yine beraber çıkardık.
Mayıs’ta döndükten sonra yine buna benzer seyahatler devam edecek mi?
Dönünce Bozcaada’ya yerleşip yaşam alanımızı kuracağız. İlerisi için ‘Dünyayı Gezen Çocuklar‘ gibi bir projemiz var. Önce biz bir gidelim, bir zemin oluşturabilir miyiz bakalım. Çünkü karavanla Hazar denizinin çevresini gezmek, Afrika’ya, Asya’ya gitmek istiyoruz. Ve bunu çocuklu ailelerin yapabileceğini, okulun bırakılabilir bir şey olduğunu göstermek istiyoruz. Bilmiyoruz belki de yapılabilir değil; bu bir deney. Bir gidelim bakalım ne oluyor, seneye Erin okula başladığında ne olacak? Bizim için bir kayıp mı olacak, daha büyük bir kazanç mı olacak; bunları yazacağız. Bir deney yapıyoruz ve nereye evrilecek göreceğiz.
Özellikle takip ettiğin bloglar var mı?
Çok kibirli bir yaklaşım gibi gelse de gerçekten yok. O kadar çok fazla blog var ki. Devletşah‘ı okurdum ama artık o kadar çok yazmıyor. Ama bir yemek tarifi alacağım zaman dönüp hâlâ Devletşah’a bakarım. Şimdi sosyal medya platformlarından hepsini takip ediyorum. Fransa’da yasayan bir arkadaşım var, Bestenin Naneleri, bitki cadısıdır, çok değerli bilgileri vardır, çok ciddi botanikçidir. Ve bana çok faydası olmuştur. Acayip güzel şeyler yapar. Bazen geçmiş yazılarına, tariflerine dönüp bakıyorum. Yıllar içerisinde arkadaş olduk, birlikte iş de yaptık. Güzel dostluklarım oldu blog sayesinde. Başka takip ettiğim Cafe Fernando var. Galiba yemek bloglarını takip ediyorum. Kendimin tekrarını gördüğüm çok blog oldu, o yüzden okuyabilecek bir şey bulamıyorum.
Ticari kaygılar taşıyan, para kazanma odaklı bloglar hakkında ne düşünüyorsun?
Çok fazla ticari yazılar okumaktan sıkılıyorum ve bloglar maalesef çok pazarlamaya yönelik yazılar yazıyor. Bilgi paylaştıklarını düşünmüyorum. Bilgi paylaşan her şeyi okuyorum ama onlar da çok az, bunları yazan insanlar o kadar azaldı ki. Takip edebildiğim bir şey yok. Gerçekten bir sürü şey tükendi, doğal yemek tükendi, doğallık tükendi.
Blogunda çoğunlukla hayat tecrübeni paylaşıyorsun. Arkadaşın Hülya’nın üzerinden yazdığın son yazın da başlı başına insanın hayatını sorgulamasını sağlıyor.
Zaten Hülya’nın kaybından sonra yazdığım yazı kaç bin kere paylaşıldı, bilmiyorum. Onun üzerine de çok mesaj aldım. Arkadaşımın kaybıyla şunu fark ettim, gerçekten çok büyük bir depremdi. Şehirde yaşayan biz insanların kalbimizle olan bağlantımızı kaybettiğimizi düşünüyorum.
Kalbimle olan bağlantıyı koşuşturma içinde kaybetmişim. Aslında birkaç senedir yoga yolunda da insanların bir yerlerine dokunuyorum kendi dönüşümlerimle, kendimde fark ettiğim şeylerle. Çünkü kendinde olmayan bir şeyi veremezsin. İlla yemek tarifi vermen gerekmiyor. Bende çok büyük dönüşümler oldu ve ben onları yazmaya başladım. Tabi bir sürü eğitimlerden de geçiyorum. Aslında şu an biraz da yoga yapıyorum blogda. Dolayısıyla yazılarım yemek tarifinden duygu tarifine, yaşam tarifine dönüşmeye başladı. Bende olan bir şeyi sunuyorum. Ben bir tohum atıyorum, o tohum yeşereceği toprakta yeşeriyor; ben böyle bir blog yazarıyım.
Gezinin asıl başlangıç hikayesi, tam olarak arkadaşını kaybetmen mi?
Hayır, kesinlikle değil.
Ama en sağlam etkisi o olmuş gibi çünkü son yazdığın yazının ana merkezinde arkadaşının kaybının sende uyandırdığı duygular var.
Gezinin Hülya’yla bir alakası yok. Benim yaşam döngümü kırmamla bir alakası var. ‘Yeter artık, kendine gel’ dediğim nokta o haberi aldığım 10 Ocak 2016; üç gün kendime gelemedikten sonra ‘napıyorum?’u sorguladım. Zaten yıllardır Alpay’ın bir gezi hayali var ve biz bunu erteleyip duruyorduk, hep bir bahanemiz vardı. Arkadaşımın kaybı hayatın ertelemeye gelmeyecek bir şey olduğunu hatırlattı. Bir on beş sene daha ertelersem ölmüş olacağım, o yüzden bu hayalimi yapamayacağım. En azından yarı yola kadar bile gitsem ben o hayalim için bir adım atmış olacağım. Bir şeyleri değiştirdim, bir şeyleri kırdım, o evden çıktım, evi kapattım. Şurada güzel bir evin var, yaşayıp gidiyorsun; benim çin öyle değil, işe git eve gel, yemek yap. Benim için yaşam bu değil. Bana göre yaşam sürekli dönüşen ve değişen bir şey. Ve bu değişime ayak uydurmam gerektiğini, artık ona direnmemem gerektiğini hissetmeye başladım. Sürekli bir şeyleri kontrol etmeye çalışmak, yaşamı planlamak, hizaya sokmak, sınırlamalar getirmek gibi insansı davranışlara sahibim. Ama yaşam böyle bir şey değil. Hülya, iki ay sonra bebeğini doğurmayı planlarken, bebeğinin odasını hazırlarken toprağın altına gitti. E, neyi planlıyoruz? Birtakım planlar yapıp o planlar da değişebildiğinde o kabın şeklini alabilmeyi öğrenmek, benim bu yolculuktaki amaçlarımdan biri. Çünkü ben çok hizalı ve kontrollü biriydim. Planlarda herhangi bir şey değiştiğinde uyum sağlayamıyorum. Aslında bu yolculuğu biraz da bunun için istiyorum. Değişen koşullara uyum sağlayabilmek ve çocuğuma da bunu verebilmek. Yaşam çok hızlı hele ki şimdi daha hızlı değişiyor ve o değişimlere uyum sağlayabilen ayakta kalıyor. Uyum sağlayamadığında depresyonlar, panikataklar, ilaçla yaşamalar başlıyor. Üretebilen, yaptığı şeyle mutlu olabilen, elindekiyle yetinebilen, elindekine şükredebilen bir birey yetiştirmek istiyorum. Bunun için bu yolculuk iyi gelecek herhalde. Yolculuk onunla başlamadı, bu kaygılardan başladı ama son noktayı Hülyacığım koydu.
İçinde yer aldığın halde internet seni korkutuyor mu?
Çok! Oğlum için çok korkuyorum. Çok büyük bir okyanus. Erin, sekiz yaşına kadar bilgisayar görmedi. iPad’le yemek yiyen bir çocuk olmadı. Yemek yemenin, yemek yemek olduğunu bilen bir çocuk oldu. Doyma duygusunun ne olduğunu, yediğinin yemek olduğunu biliyor. Biz ekrana bakarak, televizyon seyrederek, gazete okuyarak yemek yiyen bir aile değiliz; birbirimizle sohbet ederek yemek yiyen bir aileyiz. Erin, aç değilse bile yemek yemeyecekse bile o sofrada oturur. Birtakım rutinlerin değişmez olduğuna inanıyorum. Ve Erin iki yaşına kadar televizyon görmedi çünkü ihtiyacı yoktu. Onun yerine oyunları, masa başında oturup karıştırdığı resimli dergileri vardı. Birlikte dışarıda vakit geçirdik, taşı toprağı elledik, yürüyüş yaptık. Erin 1,5 yaşındaydı puset kullanmıyordu çünkü yürüyordu. Ama teknoloji onun hayatına çok geç girdi, çok sıkı girdi.
Anne baba çocuklarını teknolojiden ne kadar uzak tutsa da kaçışı yok demek ki?
Yok. Çünkü biz kendimizi teknolojiden uzak tutamıyoruz ki. Yatarken kitap okurduk şimdi tablete bakılıyor. Erin’in çok sınırlıydı en başta, hâlâ sınırları, süreleri var. Minecraft çılgınlığıyla başlıyor çocuklarda oyun. Onu çok şekillendirdik. Bilgisayarın başında da oynadı ama kamplara gittiğinde minecraft oynayan arkadaşlarıyla ‘doğada minecraft’ oyunu diye bir şey çıkarttık. Baltalar, sopalar yaptılar; maden, bakır, altın aradılar. Minecraft’ı aldık doğaya taşıdık. Ya da kağıt kaleme döktük, orada ev yapmadan önce oturup kağıda evin projesini çiziyordu, ondan sonra bilgisayarda oynuyordu. Ama şimdi Youtuberlık diye bir şey çıktı. Erin, video çekiyor ve paylaşıyor.
İnsanı narsisizme taşıyan bir yanı var sosyal medyanın. Ve biz de o ağın içindeyiz maalesef. Ben de açıp bakıyorum Instagram’da kaç kişi fotoğrafımı beğendi diye. Ve ben bunu iş için kullanıyorum. Benim bir dükkanım yok, orayı işimin aracı, sanal ofis olarak kullanıyorum. Bugün bunları yapmıyor olsam sosyal medya hesaplarımı kesin kapatırım, o kadar netim. Nasıl evimi kapattım, onları da kapatırım. Şimdi yolculuğa gidiyorum ve bunu paylaşabileceğim tek yer orası. İşi bıraktım, yine kapatamıyorum; o kadar yaşamımızın içinde. Şimdi çocuğuma da kapat diyemiyorum. Çok korkutuyor beni, çocuğumu sürekli kontrol ediyorum nerede ne yapmış, kiminle konuşmuş, Youtube’da kim ne mesaj bırakmış. O kadar sapık var ki etrafta, çok tehlikeli buluyorum. Sadece ebeveyn filtreleri ve sıkı bir takip ama çıkamayacağız işin içinden. Oğlumun benim telefonumda Instagramı var, kendi telefonu yok. Hepsinin şifresi bende ve hiçbirinin şifresi değişmiyor. Her zaman bunları açıp okuma hakkına sahibim, Skype’ını okuyabilirim, onun özeli diye hiçbir şey yok. Oğlumun sahibi değilim ama 18 yaşına kadar onun böyle bir özeli olamayacak internet üzerinde. Takip etmek zorundayım.
Erin’e yazdığın yazılarla oğluna bir anlamda dijital bir miras bıraktığının da farkında mısın? Hiç bu açıdan bakmış mıydın bloguna?
Çok büyük bir miras bırakıyorum. Çünkü birçok şeyimi atarken atamadığım şeyler var; babamın bana hazırladığı albümler, annemin doğduğum günden beri bana tutuğu günlük, benim doğduğum gün gazetede çıkan ilanım. Çok büyük bir sevgiyle onları taşıyorum. Anne ve babanın çok büyük bir anlamı var çocuk için. Çünkü onlar bize hayat veriyor. Onların bizim için saklayıp özen göstererek yazdığı şeyleri taşıdığım için mutluyum. İleride Erin de onları okuduğunda mutlu olacak çünkü ben bugün varım yarın yokum. Babamı kaybedeli 11 sene oluyor, fotoğraflarla çocuğuma anlatıyorum onu. Mektupları var bana, oğluma onları okuyorum,. Aile bağlarının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bugünkü yaşamımızı şekillendiren şey anne baba ilişkimiz ve aile bağlarımız. Çocukluğuma dair hatırladığım anılar beni iyi tutuyor bu hayatta. Anneciğim oturup yazmış sayfalarca ilk dişimin çıkması, ateşlenmelerim her şeyimi yazmış. Kendi çocuğumu büyütürken de dönüp okuduğum bir şey oldu onlar. Enteresan ama aynı döngü.
Blog yazarlarına en çok sorulan sorudur, blogdan para kazanılıp kazanılmadığı. Sen blog yazarlığından para kazanıyor musun?
Pi.web.tr’den para kazanmıyorum ama para kazandığım, ailecek geçimimizi sağladığımız şeylerde pi.web.tr’nin yarattığı alan küçümsenemeyecek noktada. Oradan para kazanmayı hiçbir zaman hedeflemedim. Bu okuyucuya olan samimiyetimi yok eder. Ben orada samimi bir şekilde bulunuyorum. Para kazandığım şey fotoğraf ve kamplar. Pi.web.tr’den beni okuyup tanıyıp benimle çalışmak isteyen insanlarla çalışıyorum. Yedi senedir fotoğraf işi yapıyorum. Doğumunu çektiğim o kadar çok bebek benim kampıma geliyor ki. Müthiş bir duygu zaten. Böyle bir bağ var. Dolayısıyla pi.web.tr benim para kazandığım bir yer değil. Zaten kendim denemediğim hiçbir şeyi orada yazmadım. Son yıllarda hiç marka ismi de yazmam çünkü yanlış anlaşılmak da istemem. Üç beş kuruş oradan gelecek diye benim çizgimi bozacaksa hiç gelmesin daha iyi. Çizgimi bozmadım, bozmayı da düşünmüyorum.
Yanlış anlaşılmamak için bu kadar dikkat ediyoruz ama bunun okuyucu tarafında karşılık bulmadığını düşünüyorum. Sen de söyleşiye başlamadan önce kimsenin artık blog okumadığını, yorumları bile sosyal medya üzerinden yaptıklarını söylemiştin. Buna rağmen hâlâ ısrarla kendi doğrularımızı devam ettirmeye çalışıyoruz, bir blog yazısı yazmak için uzun saatler harcıyoruz. Ama baktığımızda günümüzde bir Instagram paylaşımı kadar karşılığı yok blog yazısının.
Yok tabi, bir blog yazıyorsun ama Facebook’tan yorum yazıyorlar. Üstelik yazının içerisinde özellikle belirtiyorum, ‘Bu yazıya yorum bırakmak istiyorsanız lütfen Facebook’ta yazmayın, yazının altına yazın.’ diye. Ona rağmen Facebook’tan yorum yazıyor çünkü yazıyı okumuyor. Biz okumuyoruz, fotoğraflara bakıyor, şöyle bir genel geçer okuyor ve gidiyor Facebook’a yorum yazıyoruz. Facebook’tan yorumları kopyalayıp bloguma yapıştırdığım yorumlar oldu. Çünkü gerçekten güzel bilgiler veriyorlar. Yarın öbür gün başka biri ondan faydalanmak istediğinde ve bir gün Facebook olmadığında -ki zaten Facebook olsa bile geçmişe dönük yorumlara gidip bakamıyorsun- ne olacak? Kendi blogumun okuyucu tarafında karşılığını bulduğunu düşünmüyorum. Ama yazmaya devam ediyorum, yazacağım da. Çünkü bu kendim için de tuttuğum bir arşiv. Vişne likörü tarifini bir defterde tutmuyorum ki.
Sade bir hayat felsefen var. Daha sade bir hayat için insanlar hemen şu an nelerden vazgeçmeli?
Çok tüketiyoruz, alışverişi kesebiliriz. Aylardır alışveriş yapmıyorum ama İstanbul’a girdiğimden beri ‘Şu dükkana mı girsem şunlara mı baksam?’larla alışveriş yapıyorum. Bir süredir para verip bir şey satın almamaya özen gösteriyorum. Özellikle kıyafetler için. Alışverişi durdurabiliriz. Milletçe bir sürü şeye direniyoruz, bağırıp çağırıyoruz ama bu tüketim çılgınlığı olduğu sürece hiçbir şeye direnmenin anlamı yok; sürekli tüketiyoruz. Bir şey alacağın zaman ‘Buna ihtiyacım var mı?’ sorusunu sor kendine; inan ‘ihtiyacım yok’ cevabını alacaksın. Bütün kıyafetlerimi azalttım, giyecek kıyafetim olduğunu gördüm. O kadar çok kıyafetim varken hiçbir şeyim yok zannediyordum. Eskiyinceye kadar kullanıyorum, o bana hizmetini bitirdikten sonra yeni bir şeye geçebilirim. Küçülmeye başladıkça inanılmaz fark ediyor. Daha küçük yedikçe daha az yemek yapıyorsun ve kilo veriyorsun, sağlık sorunların azalıyor. Bunların hepsi birbirine bağlı gidiyor. Alışveriş çılgınlığına dur demek sadeleşmek adına atılan en önemli adım.
Sadeleşmek adına bir şey daha var: İnternet. İnternetsiz bir hayat mümkün değil ama bunu azaltmak mümkün. Belirli saatlerde o telefonu bırakabilmek gerekiyor. İnternetin içerisinde kaybolmuşluğun içindeyiz. Yapılabilecek en güzel ‘eve geldiğimde birkaç saat eşimle, çocuğumla, hiç kimse yoksa kendimle vakit geçireceğim, kitap okuyacağım, film seyredeceğim’ diye bir karar vermek. Film seyrederken bile elimize telefonu alıp bakıyoruz, o yetmiyor tabletimiz burada duruyor, orada bilgisayar açık duruyor. Çocuk diyor ki ‘senin bilgisayarın açık ama benimki niye açık değil?’. Der tabi. Kapat, geç bir kenara kitap oku, gazete oku, dergi oku. O çocuk da gelsin öbür tarafta otursun, bir kere okumayacak iki kere okumayacak ama üçüncüde okumaya başlayacak. Sonra sohbet etmiyoruz korkunç bir şey.
İlginç bir şekilde de o şikayet ettiğimiz internet için içerik üreten insanlarız değil mi?
Her şey dengede güzel. Yogayı bile fazla yaptığın zaman sakatlanabiliyorsun. Her şeyin bir dengesi var, o dengeyi kaçırmamak gerek. İnterneti hiç kullanmamak da dengesizlik çünkü artık internet çağındayız, bilgi orada akıyor. Ama aşırı kullanmak da seni yok eden bir şey, bunun bir ortasının olması gerekiyor. Zaten bütün gün ofistesin, özellikle kurumsal yaşamdaysan kaç saatini çalışarak geçiriyorsun? Herkes iş yerinde vaktini sosyal medyada geçiyor. Eve gelince bırak arkadaş o zaman.
Türkiye’nin en eski blogları arasında yer almak sence çok önemli mi?
En eski bloglardan olmanın önemli olduğunu düşünmüyorum. Hâlâ güncel misin ona bakarım. Güncelse de ürettiği içerik kaliteli bir içerik mi? Eski olup güncel olup saçma sapan önüne geleni yazan bir sürü blog yazarı var; sadece güncel kalmak için yazıyorlar. Yazamadığım dönemler oldu çünkü gerçekten yazacak bir şey bulamıyordum, güncel değildim. ‘Doğru dürüst bir içerik bulduğumda yazmalıyım’ diye düşünüyorum. İçerik üreteyim diye bir çaba sarf etmeyi de uygun görmüyorum. Oysa içerik üretecek çok dalım var ama o an içimden gelmiyorsa yazmıyorum. Yazmış olmak için hiç yazmadım. Bana bir konu verildiğinde de hiç yazamadım. En eski blog olmakla ilgili bir kaygım yok. Hâlâ burada mıyım, hâlâ içerik üretebiliyor muyum, hâlâ ürettiğim içerik birilerine fayda sağlıyor mu? Kendimi biraz şifacı gibi düşünebilirim. Bana iyi gelen şeyi ya da kendimde iyileştirmek istediğim şeyi paylaşarak hem kendimi şifalandırdığımı hem de birilerinin şifasına aracı olduğumu düşünüyorum. O yüzden ne kadar eski olduğumun, ne kadar çok yazdığımın önemi yok. Ne kadar çok kişiye dokunduğumu bilmem de gerekmiyor, benim çok gizli okuyucum var.
Benim sormayıp da senin değinmek istediğin bir konu var mı?
Her şeyi sordun. Keyifliydi. Uzun süredir blog hakkında konuşmamıştım. Bir de ilginç oldu, tekrar güncel kalmaya ve yazı yazmaya dair kayda değer bir şey hayatımda ele geçmişken böyle bir söyleşi ortaya çıkıyor. Bu tesadüf değil. O yüzden kendimi anlatmak adına, ‘ben buradayım, aslında gitmedim, sadece yeni bir yaşama dönüşüyorum’ demek adına bu söyleşi de bir fırsat olacak.
Teşekkürler Zeynep, mesela hangi konularda doğru söylemiş Ayça? ;)
çok güzel bi yazı olmuş, çoğu konuda doğru söylemiş, ellerinize sağlık devamını bekleriz :)
Teşekkürler Dilek ;)
Pek çok konuda çok doğru söylemiş, çok doğru tespitleri var. Çocuklu bir anne olarak, çoğu zaman çocuklarla ilglii yazarken benimde çekincelerim oluyor, ya da instagrama fotoğraf eklerken.
Sorular da güzel olmuş, elinize sağlık sayenizde Ayça Hanım’ı tanımış oldum :)
Öncelikle bu çalışmanın ‘röportaj’ değil ‘söyleşi’ olduğunu tekrar vurgulayayım Hakan, ikisi çok farklı. Değerli görüşlerini paylaştığın için çok teşekkür ederim. Radikal’in internet sitesiyle beraber Radikal Blogu’u da çöpe attığı gerçeğini unutmamak gerekiyor. Ben ısrarla söylemeye devam edeceğim; büyük medya kuruluşlarını olmasa da “İnterneti Bloglar Kurtaracak!”
Merhaba,
Blog okunuyor aslında bunu şu şekilde açıklamak lazım: bizim ülkemizde okumak zaten sorun. Benim bloguma günde 500 – 1000 tekil kişi giriyor. Hiç olmazsa aradıklarını bulup okuyorlar. :) Ama nedense bir tarafım ‘Sen bu blog işine niye kafayı bu kadar taktın? Artık kimse blog okumuyor’ lafına katılıyor, diğer tarafım ‘sen sus’ diyor.
Güzel bir röportaj. Elinize sağlık. İşin eğlenceli kısmı da bu… Aslında büyük medya kuruluşları bu blog olayına yeteri önemi verseler… Her şey daha çok güzel olacak. :)
Hepimiz bu dijital köyün yerlileriyiz ve ne mutlu ki yüz yüze olmasa da ismen birbirimizi tanıyoruz; o kadar da yabancı değiliz. Kürk Mantolu Madonna kitabı üzerinden sosyal medya kullanımının geldiği boyutu özetleyen örneğin acı ama harikay bir örnek oldu, teşekkür ederim Elif. Memleketim kıyılarına selamlar ;)
Çok, çok güzel olmuş. Acayip keyifle okudum Evren ve Ayça. ”Blog okunmuyor artık”ı çok duyuyorum fakat bu sadece blogla alakalı değil ”okumak” eylemiyle alakalı bana sorarsan. Yazmak zaman ve mekan istiyor oysa otobüste hatta yürürken instagrama yazmak o kadar kolay ve tatmin edici ki..Facebook da şöyle bir şey okudum ”Kürk Mantolu Madonna kitabı yanımda ama kahvem ve instagram hesabım olmadığından okuyamıyorum”. Mesele tam olarak bu galiba. Sergileyemeyeceğimiz, alkış alamayacağımız bir şeyse motivasyonumuz var, değilse yok.
Yine de Ayça’yı blog sayesinde tanıdım; sevdiğim, ilham veren pek çok harika kadını ve erkeği de..Ben azimle yazıyorum, yeni başlangıç da bana çok iyi geldi. Sadece kitap yazdığım bir blogum ve günlüğüm diyebileceğim başka bir blogum oldu.
İkinize de sevgiler..Harika bir Bodrum Ekim’inden..