Site icon e-vren günlüğü

e-Muhtıra

Darağacında Halk İradesi;

Demokrasi Adımları ve Darbe Naraları:

e-Muhtıra

{Mayıs ’09 MisAfiR KaLeM Yazısıdır}

Demokrasi halk iradesinin etkin olduğu, azınlıkların haklarının korunup güvenceye alındığı, sosyal eşitsizliği yok etmeye ve fırsat eşitliği sağlamaya çalışan bir yönetim şekli. Günümüz dünyasında ülkemiz dışında demokrasinin bu kadar çok tartışıldığı bir ülke örneği olmasa gerek. Seksen beş yılını dolduran Cumhuriyet ve Atatürk devrimleri hala tartışılmakta ve demokrasi kavramı sürekli irdelenmektedir. Ülkemiz siyasi tarihinde demokrasi daima bir amaç olmuş ama yapılan uygulamalarda bir rol model olma özelliğinin önüne geçilememiştir. Daha birkaç hafta önce demokrasinin rol model olma vasfına sahip olduğu ve ülkemizde sıkça rastladığımız demokrasi sektelerinden birisinin; e-muhtıra’nın ikinci yılını geride bıraktığımızda, ortaya çıkan sonuç haksız olmadığımız fikrini bir kez daha kanıtlamaktadır bizlere. Şimdi ülkemiz siyasi tarihinin en sıcak darbe girişimi olan e-muhtıra’yı kısaca hatırlayalım:

Yaklaşık iki yıl önce ülke gündemi, 27 Nisan gecesi şok etkisi yaratan bir bildiriyle sarsıldı. Bildiri sahibi; Türk toplumunun en güvendiği kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri idi. Bu tarz eylemlere sabah saatlerinde alışık olan Türk toplumu için gece yarısı saatlerinde yayınlanan bu bildiri Türk siyasi tarihine ‘’e-muhtıra” adı altında yazıldı. Bildirinin tarih ve zamanının da ayrı bir önemi vardı. Türkiye o günlerde Cumhurbaşkanlığı seçimlerine odaklanmış ve ülke gündemi cadı kazanı misali karışmıştı. Bir yandan muhalefet Cumhurbaşkanını, süresini doldurmakta olan bir parlamento yerine seçime gidilerek oluşturulacak olan yeni bir parlamentonun seçmesi gerektiğini vurguluyor; diğer yandan o dönemki mevcut hükümet, halkın iradesinin kendilerini beş yıllığına göreve getirdiğini ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de bu görevlerini yerine getireceklerini söylüyorlardı. Belki de her şey kimin cumhurbaşkanı olacağı sorusunda düğümleniyordu. İktidar partisi lideri Başbakan Sn. Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı konusunda adı en çok geçen isim olarak karşımıza çıkıyordu. Gündem bu soruya cevap bulmaya çalışırken isimler de yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. İktidar partisinde Abdullah Gül ve Bülent Arınç isimleri ön plandaydı. Ana muhalefet ise kendi adaylarının iktidar partisi içinden olan Abdüllatif Şener olabileceği üzerinde duruyordu. Tüm bunlar yaşanırken Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun sözleri ana muhalefet partisi için bir fırsat, iktidar partisi için ise bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Sabih Kanadoğlu T.C Anayasanın 96. maddesine göre toplantı yeter sayısının 367 olduğu savını ortaya atıyor ve bunun Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de uygulanması gerektiğini vurguluyordu. Ana muhalefet partisi Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu kuralı esas alacağını ve toplantı yeter sayısında 367’nin sağlanamaması durumunda konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacağını belirtiyordu. Tam bu sıralarda iktidar partisi adayını Dış İşleri Bakanı Sn. Abdullah Gül olarak açıklamış ve muhalefet de bunun üzerine sesini daha gür çıkarmaya başlamıştı. Artık ülke, sonu belli olmayan bir seçim sürecine girmişti.

İşte tam bu zamanlarda herkes siyasilerden bu soruna bir çözüm yolu bulmalarını beklerken 27 Nisan gecesi ansızın bir bildiri düşüverdi TSK internet sitesine. İçerik ve yayınlanma zamanı şok etkisi yaratmıştı. Konusu; ülkemizde Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda hareket etmeyen bazı dini kesimlerin varlığı ve bunun ‘laiklik’ ilkesine tehdit oluşturacağıydı. Bu durumda Türk Silahlı Kuvvetleri Atatürk ilkelerinin ve laikliğin savunucusu olduğunu vurguluyor ve bu tehditlere karşı duruşlarının dik olduğunu belirtiyordu. Türkiye bu ve benzeri olaylara alışıktı ama hala bunları hazmedemeyen bir ülkeydi. Halk en güvendiği kurum olan TSK’nın siyasete karışmasını istemiyor ve demokrasi yolunda ilerlemenin gerekliliğini belirtiyordu. Ajanslar her an tankların sokaklara ineceğini ve demokrasiye yine bir balans ayarı yapılacağını vurguluyordu.

Tam bu günlerde 367 olayı sonuca bağlanıyor ve Anayasa Mahkemesi toplantı yeter sayısının 367 olduğuna karar veriyordu. Yine halk mağlup yine halk mağdurdu. Yapılacak olan belliydi, erken seçim. Halkı sandık başına götürmek, ülkeyi kaos ortamından çıkarmak ve arap saçına dönen Cumhurbaşkanlığı seçimlerini tamamlamak anlamına geliyordu. Nitekim 22 Temmuz seçimleri halk iradesinin baskıcı, otoriter eylemlerden sıkıldığının kanıtı olarak tarihe geçiyordu.

Türk siyasi hayatında düzenli olarak darbe girişimleri olmuştur. Yukarıdaki girişim ise bizlere en yakın zamanda gerçekleşmiş olan e-muhtıra’nın kısa bir özetidir. Türkiye’de demokrasi tartışmaları hala sıcaklığını korurken darbe naralarının atılması anlaşılmaz olmasa gerekir. Her kurum ve kişinin Cumhuriyet savunuculuğuna soyunduğu ülkemizde ne yazık ki halk iradesi daima göz ardı edilmektedir. Kimi zaman sesini sandığa yansıtan Türk halkı kimi zaman kitleler halinde bir araya gelerek bu gibi baskılara karşı ayakta durmaya çalışmıştır. Günümüz dünyasında demokrasi bu kadar tartışıla dursun, bizlerin yani halkın etkin olmadığı ve sürekli askeri-siyasi-bürokrasi tartışmalarının yaşandığı ülkemizde, darbeler günlüğü tutmanın bir özellik haline gelmesini şaşırtıcı bulmamamız doğal olsa gerek. Çünkü ülkemizde hemen her on yılda bir bu ve benzeri darbe teşebbüsleri olmuştur. Bunlardan ilki 27 Mayıs 1960’ta yaşanmıştı. ‘Siz isteyin hilafeti dahi getiririm’ diyen bir anlayışa karşı demokrasi kılıcını çeken bir karşı anlayış… Ardından 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 ihtilali, 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi ve nihayet 27 Nisan e-muhtırası…

Oysaki demokrasi ya da cumhuriyet adına atılan bu adımların aktörleri hiçbir zaman başarılı olamamışlardı ve bu örnekler dururken hala darbe naraları atanları görmek komik ve ibret alıcı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktaydı. 27 Nisan e- muhtıra’sının ardından çok çeşitli spekülasyonlar yapıldı. Halk iradesinin ayaklar altına alındığını savunanlar bir yandan, iktidar partisinin önünün kesildiğini söyleyenler bir yandan ve Cumhuriyet savunucuları diğer yandan kendi düşüncelerini haklı çıkarmak adına çaba sarf ediyorlardı. Ama ne yazık ki bu karmaşada da halk, tartışmaların uzağına itilmiş ve yine halk iradesi bertaraf edilmişti demokrasi yolunda. Oysa çözüm çok basitti kimilerine göre: Özde değil sözde demokrasi! Ya da herkesin kendine göre yaşayabileceği bir demokrasi olması gerektiği… Ne de güzel bir çözüm yolu bulunmuştu. Oysa bu kavram, olaylar yaşanmadan günler öncesinden söylenmişti ama hala sıcaktı ve hala savunulabilirdi. Kendini Cumhuriyet Şövalyeleri olarak gören kesim mi yoksa halk iradesini sözde ön plana çıkarmaya çalışan siyasiler mi bu soruna bir çözüm yolu bulabilecekti? Halkın iradesinin sadece seçim zamanlarında sandıklarda dikkate alındığı bir ülke de bu tarz girişim ve karmaşanın olması doğal karşılanabilir. Oysa ne acı Avrupa Birliği yolunda ilerleyen ülkemiz için! Ne acı muhasır medeniyetler düzeyine ulaşmak için çabalayan halkımız için! Evet, bunlar görmek istemediğimiz ve hiç de hoş karşılamadığımız acı gerçeklerdi. Peki, artık bir dur demenin vakti gelmemiş miydi? Ya da artık dur diyecek gücü mü bulamıyorduk kendimizde? Artık; durdurma ve halk iradesini ön plana çıkarma vakti gelmişti. Bu önce 22 Temmuz seçimlerinde sandığa yansıyacak ve sonra da Cumhurbaşkanını halkın seçmesi hususundaki referandumla da pekişecekti.

Hülasa, ülkemiz siyasi tarihinde kara leke olarak adlandırılan darbe girişimlerine çözüm olarak şunu belirtebiliriz: Halk, demokratikleşme yolunda atılan adımları desteklemeli ve oy kullanma gibi kendi anayasal görevlerini yerine getirmelidir. Ayrıca siyasi partilerin de bu konuda halkla, oy kaygısı gütmeden bir araya gelmesi gerekmektedir. Çünkü demokrasinin gelişmediği ve yerleşmediği bir siyasal sistemde, siyasi partilerin meşruluğu figüran olma vasfından, halkın da haklarını savunması formaliteden öteye gidemez. Bu noktada aklımıza şöyle bir soru gelmektedir: Acaba demokratikleşmek için yapılan darbelerin ya da müdahalelerin başarıya ulaşması durumunda nasıl bir demokrasi uygulaması yaşanacak? Bu demokrasi kime ve neye göre şekillenecek ve uygulayıcıları kimler olacaktı? Açıkçası belirtmemiz gerekir ki artık, halkın düşüncesini bir yana iten ve halk egemenliğinden ziyade dikta ve baskı egemenliğini tercih eden kişilerin düşünceleri itibar görmemektedir. Şu anda gündemi oldukça meşgul eden ‘Ergenekon Terör Örgütü’ne verilen tepkiler ve halkın bu konuyla ilgili düşünceleri bu duruma en güzel örnektir. Demokrasi yolunda ilerleyen ülkemiz için, halkın yönetimde daha fazla söz hakkı olduğunu göstermesi gelecek için ümit verici bir gelişmedir.

Demokrasinin gelişmesi, toplumsal hareketin hızla ilerlemesi ve halk iradesinin değil, darbe naralarının darağacında olması umuduyla…

—-

e-vren günlüğü’nün 36. MisAfiR KaLeMi Batuhan BOZDOĞAN, 1984 Adana doğumlu ve İstanbul Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Kamu Yönetimi son sınıf öğrencisi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gençlik Meclisi Ar-Ge komisyon üyesi olan Batuhan BOZDOĞAN; İstanbul Öğrenci Kulüpleri Platformu 1. Bölge Direktörlüğü görevinin yanında İstanbul Ü. Diplomasi Kulübü Başkanlığını da yürütüyor. 

Exit mobile version