31. kez ve ilk defa da uluslararası düzeyde gerçekleştirilen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı‘ndaydım bugün. İlk İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı ziyaretimi 6 yıllık aranın ardından bir araya geldiğimiz üniversiteden sınıf arkadaşım Selda ile gerçekleştirdim. Günün sonunda farkına vardım ki İstanbul’a geldiğimden beri edebiyat sohbeti yapabildiğim tek gündü ve cumartesi Dijital Medya Okulu, pazar kitap fuarı derken en kültürel hafta sonumu yaşadım.
Hiçbir Romanımı Yayımlandıktan Sonra Alıp Okumam
Doğan Kitap tarafından düzenlenen Zülfü Livaneli ile Doğan Kitap Yayın Yönetmeni Deniz Yüce Başarır‘ın yer aldığı “Yazardan Yayınevine” konulu söyleşiye katıldık. Livaneli’nin konuşmalarından tuttuğum notlar şu şekilde:
– Sabah 8’den 10’a kadar yazı yazıp sonra günlük işlerini yapan yazarlar var. Ben hiçbir zaman bunu başaramadım. Ben roman yazacağım zaman dünyadan kopmalıyım.
– Roman yazmak doğum gibi bir şey. Bitince ortaya bebek çıkıyor.
– Romanı yayınevine vermek yazım sürecinin bitmesi demektir. Bu çok acı bir şey. Bebeğinizi başkasına teslim ediyorsunuz.
– Kapak konusunda çok titizim. Serenad romanımın kapağı konusunda az kavga etmedik.
– Bazen kimsenin yazmadığı bir romanı yazdığımı düşünüyorum. Ama sonra bunu kimse okumaz dediğim de oluyor.
– Kitabın tamamlanmasının ardından tanıtım çalışmaları beni sıkıyor. Roman tamamlanıp basıldıysa benim için o iş bitmiştir. Fakat röportajlar, fotoğraf çekimleri vs. işi uzatıyor.
– Romanım basılıp raflardaki yerini aldıktan sonra onu alıp da okumam. Müziklerimi de dinlemem. Çünkü yapacak o kadar çok şey var ki. Bitmiş bir romanı tekrar okumak, yazılmış bir şeyi yeniden yazmak gibi.
– Benim için iyi insan olmak iyi sanatçı olmanın çok üstünde.
– Ben kitap olmasını istediğim her şeyi yayınevinde yayımlatabildim. {Livaneli, bu cümleyi Doğan Kitap Yayın Yönetmeni Deniz Yüce Başarır’a yöneltilen bir soru üzerine kurdu. Başarır’a “Zülfü Livaneli’nin kapaktan sayfa kalitesine kadar her şeye karar verebiliyor olması yeni bir yazara da tanıdığınız bir hak mıdır?” sorusu yöneltilmişti.}
Doğan Kitap Yayın Yönetmeni Deniz Yüce Başarır, yazar adaylarının kendilerine sunulan kitapların mutlaka okunduğunu ve uygun görülürse basıldığını söyledi. Sayısı bini bulan kitap başvurusu aldıklarını ve yayınevi olarak yılda en fazla 2 – 3 yeni yazara yer verebildiklerini belirtti. Sadece Doğan Kitap’a değil tüm yayınevlerine çok sayıda başvuru varmış ancak artık kitapları da koyacak yer yokmuş ;)
Zülfü Livaneli’nin söyleşisinden sonra fuarı gezmeye devam edip Amin Maalouf‘un YKY’den çıkan son romanı Doğu’dan Uzakta‘yı aldım. Standlarda gezerken çok ilginç bir şekilde Hasan Söylemez‘le tanıştım. Hasan Söylemez’in Hasan Söylemez olduğunu çözemeden yoluma devam ederken facebook arkadaş listeme girdim, onun fotoğrafına baktım ve geri dönüp “yoksa bu siz misiniz?” dedim :D Okan Bayülgen’in programında “Size harikulâde bir adamdan bahsedeceğim.” dediği günden bu yana takip ettiğim Söylemez, “ben o Söylemez” diye söylemez ise işte böyle ilginç bir durum yaşarım :) Birbirimize kartvizitlerimizi verdik ve İstanbul’da tanıştığım ilk ünlü kişi olarak onu e-vren günlüğü’ne not ettim ;)
Şiirden Para Gelmez!
İlerleyen saatlerde Ataol Behramoğlu‘nun “Şairin Şiire Sorumluluğu“ konulu söyleşisine katıldık. “Yunus Gibi” şiirini kendi sesinden ve yorumundan dinlemek çok heyecan vericiydi. Ayrıca Behramoğlu’nun çok esprili bir üslubu var. Bir şiiri nasıl yazdığını söyledi; ben de ona üniversitedeki derslerimizde şiirleri saatlerce nasıl da yorumladığımızı anlattım. Edebiyat bölümlerinde şiirlerinin tahlili yapılırken merak edip dinlemeyi isteyip istemediğini sorduğum da kesinlikle dinlemek isterdiği cevabını verdi. Ama ona göre “Şair şurada bunu mu demek istemiştir?” tarzı yorumlamalara gidilmesi çok doğru değilmiş. Behramoğlu’nun paylaştıklarından aldığım notlar şöyle:
– Ben hep şiirin yaşayan bir canlı olduğunu düşünürüm.
– Türkiye’de herkes şiir yazıyor. Şiir yazan herkes şiir kitabı alıp okuyor oslaydı şiir kitapları bu kadar az satmazdı. Şiir yazabilmek için çok şiir okumak, yaşadığın ülkenin ve dünyanın şiirini tanımak gerekir.
– Ben şiir partizanlığı yapan biriyim. Öyle ki romanlarda okuyup çok beğendiğiniz cümleler için “şiir gibi” demez misiniz?
– Lev Tolstoy en sevdiğim yazarlardan biridir.
– Şiirde tek bir fuzuli kelime bile yapıyı bozar.
– Şiir, kavramsalı aşan bir şeydir.
– Şiir severler, şiiri kitaptan okumalı. İnternetteki şiirlerde yanlışlıklar olabiliyor ya da bize ait olmayıp da bizimmiş gibi gösterilen şiirler paylaşılabiliyor.
– Şairin şiire olan sorumluluğu dile olan sorumluluğudur.
– Şiirden para gelmez. {Burada şiire rağbetin az olduğundan, şiir kitaplarının az sattığından bahsetti.}
Ataol Behramoğlu’nun bu son ifadelerinin üzerine birkaç saat önce Zülfü Livaneli’nin söyleşi yaptığı salon aklıma geldi. Fuar organizasyonunda bile “şiir – roman” ve “şair – yazar” arasında bir ayrım yapılıyordu. Livaneli’nin salonu çok büyük ve katılımcı sayısı fazlaydı. Behramoğlu’na ayrılan salonu diğerinin yanında çok küçük kalıyordu ve dinleyici sayısı azdı. Oysa her ikisi de büyük bir isim, büyük bir edebiyatçı ve “güncel tanınırlıkları” oldukça fazla. Her ikisine tahsis edilen salonların boyut farklılığının sebebinin altında yukarıdaki meselenin yattığına inanıyorum.
Bugün poşet poşet kitap alan insanlara baktıkça da “gerçekten bu kadar çok okuyan bir millet miyiz?” diye düşündüm. Bunun cevabını aslında hepimiz biliyoruz. “Kitap Okuma” ihtiyacımız kadar başka ihtiyaçlarımızın da poşet poşet kitaplar almamaza yol açtığı görüşündeyim ;) İşte o yüzden “kitap mı okuyoruz yoksa TÜYAP’ı mı satın alıyoruz; aslında yılda bir defalığına TÜYAP’ı mı okuyoruz; eşe dosta evdeki kitaplığımıza mı kendimizi ispat etmeye çalışıyoruz?” diye sormadan edemiyorum.
facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni ] RSS abonelik
e-vren günlüğü sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.