Cumartesi günü Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde Orhan Veli’nin 100. Doğum yıl dönümü vesilesiyle açılan sergideydim; Pazar günü de Istanbul’daki frizby takımlarının lig maçı için Caddebostan’da.
Aydın’a gitme hazırlığı içinde olmanın da verdiği ‘iki ayağı bir pabuca girme’ durumuyla karşı karşıya olduğumdan dolayı sergi ve maçla ilgili yazıları Aydın’a gidince yazmaya karar verdim. Cumartesi sabahı yeniden spora başlamam ve evimin İstanbul merkeze uzak olması da bu ertelemelerde etkili oldu.
Şu an otobüsteyim, işe gidiyorum ve bu yazıyı yazmamın sebebi dün Caddebostan’a gittiğimde Anadolu yakasının bende bir kez daha bıraktığı etki.
Yeğenim Haktan, Aydın’a taşınmadan önce Kozyatağı’nda oturuyordu ve ona gittiğim zamanlar iki yaka arasındaki farkı görüyordum; o farkı dün daha net bir şekilde gördüm.
Metrobüsün E5’te kendine özel yolda uçup gitmesine alışınca Zincirlikuyu’dan ilerisinde köprü trafiğine karışması, diğer araçlarla yan yana gitmesi bir garip oluyor. İçimden ‘metrobüs halkla bütünleşti’ esprisi yapmıştım. Bu bende biraz da trenin raydan çıkıp karayolunda yol alması gibi bir hisse sebep oldu.
Anadolu’nun Avrupa yakasına nazaran daha sakin ve huzurlu yapısı metrobüs duraklarında da kendini gösteriyor. Bazı duraklar çok tenha bazılarındaysa hiç yolcu yok. Oysa bizim taraftaki metrobüs duraklarında tam bir savaş halindeyiz.
Anadolu yakası Istanbul’da ilk fethedilen hemen yerleşime açılan her şeyiyle tamamlanmış bir şehir hissi veriyor. Sanki oradaki insanlar yüzyıllardır orada yaşıyor, düzenini kurmuş keyfini sürüyor; benim gibi İstanbul’a sonradan göç edenlerse yeni yapılaşma içinde olan Avrupa yakasına istiflenmişiz gibi. Bütün göç dalgasını adeta Avrupa’nın devasa gökdelenleri ve siteleri sırtlanmış.
Beyoğlu taraflarına gittiğimde nefes alabildiğimi ve İstanbul’da yaşadığımı hissettiğimi her zaman söylerim. Anadolu tarafına geçtiğimde de bu hissin daha dingin halini yaşıyorum. Bu yüzden İstanbul’un Anadolu yakasına her gidişimde gönlüm orada kalıyor.