Bir önceki Aydın ziyaretim ani bir kararla olmuş ve birkaç gün kalıp İstanbul’a dönmüştüm. Geçen haftaki ziyaretim ise 30 Mart yerel seçimleri sonrasında yapmayı planladığım kısa bir tatildi. Gerçi sadece adı tatildi, çünkü sıcak ve güneşli bir Aydın hayal ederken pek de umduğumu bulamadım.
İlk kez Aydın Şehirlerarası Otobüs Terminali’ne – ki eskisine yıllardır Otogar diyorduk- girdim. Otogarın yeri değişince otobüslerin şehre giriş güzergahı da değişmiş, Aydın – İzmir yolu trafik yoğunluğu adına rahatlamış fakat dışarıdan şehre gelenler artık Aydın’ın yeşilliklerini değil gecekondularını görüyor. Otobandan çıkılan kısmın Otogara uzaklığı ise ayrı bir sorun. Neredeyse Muğla’ya kadar gidip otogara tekrar geri dönüyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz.
Aydın’ın yeni Şehirlerarası Otobüs Terminali’ni beğendim, oldukça ferah ve düzenli. Mimari yapısı itibarıyla İstanbul Alibeyköy cep terminaline benzemiş. Aydın’da hayal kırıklığına uğradığım tek detaysa Atatürk meydanı oldu. Sulu Park olarak da adlandırdığımız Aydın’ın yeni kent meydanının mimarisinde kimin imzası varsa onlara önce sökülüp başka yere taşınan onlarca ağacı sonra da hangi akla hizmet koca alanın yarısını suni bir gölle işgal ettiklerini sormak istiyorum. Akşamları birkaç saat görsel şölene ev sahipliği yapacak ancak milyon liralık su ve elektrik tüketimine de sebep olacak o havuzun yerinde onlarca yıllık ağaçlarımız vardı ve onların o meydana ne zararı vardı? Ben gönlümce gezemedikten, oturup dinlenemedikten, yaz sıcaklarında gölgede serinleyemedikten sonra meydanın yarsını kaplayan o göstermelik süs havuzunu n’apayım? Meydana yapılan ve Aydın Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilen kafe ve restoranın terminal kafelerini andıran havası da cabası.
Aydın’da yine kısıtlı zamana çokça şeyi sıkıştırmaya çalışınca zaman hızla akıp geçti; doymadan doyamadan ve bazı şeyleri yarım bırakarak İstanbul yollarına düştüm. Arkama dönüp baktığımda birkaç günlük Aydın tatilimin en unutulmaz fotoğraf karesinin Ziya dedemle çekildiğimiz ilk özçekim (selfie) olduğunu görüyorum ;) Gençlik yıllarında askerliğin 4 yıl olduğu 1923 doğumlu dedem selfie modasına yetişecek kadar kendisine iyi bakmış; 91 yıllık ömrüne bunu da sığdırmıştı.
Öyle ki dedemin ‘azın bereketi daha çoktur’ sözü ile torunu Mustafa Ziya’nın yurt dışı görevi çıkması durumunda ‘seni ilk ben ziyaret edeceğim’ temennisini unutamıyorum. İnsan 90 yaşında da olsa sadece yarına değil yıllar sonrasına dahi umut besleyebiliyor demek ki.
“Her yetim, baba olana kadar hep yetimdir.”
Patlamış mısırlarla dolu valizimle yola çıktığımda Safiye Sultan’ın doğum günü kadar rahmetli babamın vefatının yıl dönümü gönlümü yol boyu dualarla donatmıştı. Ondan öğreneceğimiz daha çok şey vardı; yarım kalan onca şeye rağmen babam ölümüyle de bize birçok şeyi -zaten- öğretmişti. Bir gün önce annemin doğum gününü kutlarken de bir gün sonra babam için okunan hatimlerin duasını ederken de Hüseyin’in Safiye’sine ‘Allah beni seni ardına bırakmasın’ temennisi annemin sesiyle kulaklarımızdaydı.
5 gün de kalınsa 5 ay da kalınsa memlekete de aileye de doyulmuyor. Hep bir şeyleri yarım bırakma duygusu ve pişmanlığıyla doğduğu topraklardan doyduğu topraklara doğru yol alıyor insan. Bu sefer de aynısı oldu; birçok şey ya yarım kaldı ya da hiç yapılamadı. Buna rağmen İstanbul’u, evimi, metrobüsü (şaka şaka) garip bir şekilde özlüyorum ancak diğer tarafı da bırakamıyorum.
Canım ailem, kardeşlerim sürekli yanımdaydı ve kendi telaşlı hayatlarına rağmen benimle vakit geçirmek için her fırsatı değerlendirdiler. Ve Hüss; onu her gün okula götürmek bambaşka bir keyif; ana sınıfından bu yana zaten en sevdiğim şeylerden biriydi onu okula götürmek veya almaya gitmek. Birkaç yıla lise öğrencisi olacak ve artık elinden tutup onu okula götürme zevkinden mahrum kalacağız; okul bahçesinde arkadaşlarıyla top koştururken bunu düşündüm.
Demet ablamı, İlknur’u, Fatih’i, Berna’yı ve Meftune’yi unutmadım; yıllar sonra gerçekleştirilen doyumsuz sohbetler ve paylaşılanlar bu son ziyaretimin en özel hatıraları arasında.
[Takip Et]