‘Edep’ten Yoksun Gazeteler ve 150 Kelimelik Dergiler

Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

“Geçmiş sadece heykelleri ortaya çıkartmak değildir, yazıyı ortaya çıkartmaktır.” diyor Yavuz Bahadıroğlu, Dergi Bâb-ı Âli‘nin koleksiyon nüshasında. Kendisiyle yapılan söyleşide yazılı materyalin çok önemli olduğunu; onun sayesinde geçmişin tanınabileceğini ve geleceğe yürünebileceğini dile getiriyor.

Bahadıroğlu, 1980’li yıllarda gazetelerde edebiyat köşelerinin olduğunu hatırlatarak bugün gelinen noktanın çok da iç açıcı olmayışını şu sözlerle eleştiriyor:

“O zamanın (1980’li yıllar) gazetelerinde edebiyat köşeleri olurdu. Edebî yazılar olurdu. Köşe yazıları sadece siyaset ve iktisat üzerine değil, sanat ve edebiyat üzerine olurdu. Peyami Safa’nın, Necip Fazıl’ın makalelerine baktığımızda şiirsellik ve edebî derinlik içerdiğini görebiliyoruz. Şimdi hemen hemen kimin ne yazacağını da biliyorsunuz. Ben artık dergi tadında bir makale okumak istiyorum. Günlük gazetelerde fasulyenin faziletlerini anlatmak mümkün, lahmacunla hamburgerin savaşını anlatmak mümkün ama bunun bir üslubu var. Bunu becerebilseydik daha duyarlı gençlerin yetişmesine katkıda bulunabilirdik.”

Bugün Türk basınındaki eksikliğe benzer bir durumun ailelerde de yaşandığına dikkat çekiyor Bahadıroğlu. Eskiden ailelerin akşam bir araya gelerek dergi okuduklarını şimdi ise televizyonun buna müsaade etmediğini ifade ediyor:

“Eski evlerimizde metin okunduğunu gördüm. Çocuklar, görev ve sorumluluk verdiğimiz ölçüde gelişir ya da kendisini yetiştirme gayreti içine girecektir. Çocuk yetiştirmenin püf noktası, birlikte yaşanılan zamanları çoğaltmaktır. Televizyondan zaman kalmıyor ama eskiden o zaman vardı ve çıkan 3-5 sayfalık dergiler bile satırı satırına okutulur ve oradan sonuçlara ulaşılırdı. Menkıbeler (Bu nedir?), hikâyeler ile desteklenirdi. Şiir okunurdu çünkü şiir dergileri vardı.

Hayatı ciddiye alan ve yaşananlara hepimizden daha yukarıdan bakanları da unutmuyor Bahadıroğlu, onların zaman zaman niçin öfke dolu olduklarını şu cümlelerle özetliyor:

“Derdi olan insanlar, bir şeyler yapan insanlar, bütün eforunu sarf ettiği hâlde arkasında pek kimsenin olmadığını fark eden insanlar toplumun böyle lükse ve umursamaz yaşamaya hakkı olmadığını düşündüklerinden dolayı topluma karşı öfkeli olurlar.”

Bahadıroğlu, sanatçı ruhlu isanların herkesten nasıl da bambaşka bir ruh aleminde yaşadığını Osman Yüksel‘in Necip Fazıl Kısakürek‘le ilgili ilginç bir anısını paylaşarak anlatıyor:

“Adliyeden çıktık davamız var Necip Fazıl’la. Adliye durağına geldik. Ben otobüs beklediğimizi zannediyorum. Üstad bana dönüp “Osman paran var mı?” dedi. Ben de “Üstadım, 10 liram var.” dedim. Kendisi “Neredeyse 1 ay geçiniyorum o parayla! Ver bana” dedi. Ben de acil bir şey olduğunu düşünerek verdim. Taksiye bindik. Üstad taksiciye “Beni 10 liralık gezdir” dedi.”

Necip Fazıl’ın bu davranışını “Aristokrat yaşıyorlardı. Üretken insanlar böyle olur. Üretken insanların bize abuk sabuk gelen yaşam tarzlarını sorgulamamak gerektiğini öğrendim.” şeklinde yorumluyor Bahadıroğlu. Ona göre bu tarz insanların yoğun bir stres içinde yaşadıkları için nefes almaya ihtiyaçları var. Dolayısıyla kendileri için bir şey yapmaya fırsat bulamadıklarından yapabilecekleri anı değerlendirmeye çalışıyorlar; ancak böyle diri kalabiliyor, ayakta durabiliyorlar.

Bir de eksikliği her geçen gün daha da belirginleşen ‘edep’e değiniyor Bahadıroğlu:

“Dünyaya başkalarına hadlerini bildirmek için değil kendi hadlerini bilmek için gelen insanlar olduklarına inanan insanların ürettiği malzemeden söz ediyoruz. Bunun öne çıkanı edeb idi. Bu da Osmanlı ahlâkıydı. Osmanlı’da bütün zaviyelere, tekkelere, dergâhlara, konaklara “Edeb Yâ Hû” levhası asılmıştı. O olmadan bir şey olmaz. Kaybettiğimiz en önemli şey ‘edeb’”.

Hayat Tarih Mecmuası

Hayat Tarih Mecmuası

Bütün bunların yanında günümüz dergilerinde dil endişesinin kalmadığına işaret ediyor Bahadıroğlu. Hatta günümüz tarih dergilerinin yıllar önce çıkan Hayat Tarih dergisinin içeriğinin kopyalanmasıyla hazırlandığını bile ileri sürüyor:

“Ne yazık ki tarih dergiciliğinde biz dünü yakalyamadık. Mesela bir Hayat Tarih dergisi çıkıyordu; hâlâ ondan kopyalanan yazıların orijinal diye yutturulmaya çalışıldığını görüyorum.

Bugün çıkan tarih dergilerinin malzemesinin de bu dergiden devşirildiğini görüyorum ve buna gerçekten üzülüyorum. Bu durum galiba çağımızın tembelliği. Eskiden arşivler düzgün değildi, biz tarih üzerine arşiv çalışması yaparken iplerle bağlı kocaman bir denk koyarlardı önümüze. Türkiye’de hâlâ bir dergi kütüphanesinin, bir dergi müzesinin Avrupa’daki benzerleri gibi kurulamamış olmasını Türkiye’nin büyük eksikliği olarak görüyorum.”

“Dil endişesi vardı eski çıkan dergilerde. Dergi demiyorduk mecmua (Bu nedir?) diyorduk. Şimdi 150 kelimeyle çıkan dergilere mahkûm hâle geldik. Tarih dergilerinin perişanlığına baktığımızda 40 sene önceki çıkan Hayat Tarih mecmuasının seviyesine ulaşamadıklarını görüyoruz bu kadar imkân varken ve belgeler tasnif edilmişken.”

Bu yazıyı bir de yazarının sesinden dinleyin:

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+
 


e-vren günlüğü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

One Comment

Bu yazıya katkı sunun