hep Kitap ve Pera Müzesi iş birliğiyle düzenlenen Uydurmanın İncelikleri serisinin üçüncüsü 18 Nisan Çarşamba akşamı Hakan Bıçakcı, Yavuz Ekinci ve Fuat Sevimay‘ın katılımıyla gerçekleştirildi. “Uydurma ve İlham” konusu etrafında şekillenen söyleşi Hakan Bıçakcı’nın yönelttiği “İlham perisi diye bir şey var mıdır? Yoksa çalışma, disiplin, algıda seçicilik gibi başka durumlar mı var?” sorusuyla başladı.
“Genelde ilham yok da desem bir kısmında var gibi. ilham ve çalışmayı birbirinden ayıramıyorum. ” diyerek Bıçakçı’nın sorusunu cevaplayan Yavuz Ekinci sadece ilhamla hareket ettiğini söyleyenlere inanmadığını ifade etti: İlhamdan öte, bir anlamda bir konu üzerine yoğunlaşıyorsunuz. Size bir imge gelir ve o imge aklınıza düştüğü zaman belki ona ilham diyebiliriz. Ama ondan sonrası bunun üzerine gitmek, bunun üzerine araştırmaktır.
“Hakikaten ilham diye bir şey var. ” diyen Fuat Sevimay, ilhamla ilgili görüşlerine şu cümlelerle devam etti: Ben kendi metinlerimi düşündüğüm, yazar arkadaşlarımla konuştuğum zaman şunu fark ediyorum: İlhamın geldiği an var, o ulvi, mistik bir şey neyse, bir şey oluyor ve o öyküyü, romanı yazmaya karar veriyorsunuz. İlhamın sonrası, çalışmak. İlhama çok fazla şey yüklemeden öncesini çok önemsiyorum. İlhamın gelebilmesi için bence insanın kafa olarak kendini hazırlaması lazım. Bu hazırlık sadece yazma dönemindeki bir hazırlık değil. Gençlikten gelen duyarlı olmak, bir şeyleri gözlemlemek, bir şeylere o ilhamın gelmesi için hazır olmak gerekiyor. İlham diye bir şey varmış, geziyormuş ben de bekleyeyim gelsin, öyle değil. Gerçekten o ilhamın gelmesi için birçok okuma yapmak, etrafı gözlemlemek vs lazım. İlham geldikten sonra deli gibi çalışmak lazım. Öncesi ve sonrası çok daha önemli. İlham, sadece güzel bir kıvılcım.
Hakan Bıçakcı da ilhamla ilgili sorduğu soruyu şu cümlelerle yanıtladı: İlhamı çağırmak da gerekir. Yazar adaylarını, yazmaktan soğutacak bir ilham güzellemesi var: “Bazı insanlara ilham geliyor bazılarına gelmiyor.” Neredeyse seçilmiş bazı insanlara geliyor gibi bir durum yaratılıyor. Yoğunlaşma sürecine ben de katılıyorum. İlhamın birazı da algıda seçicilik aslında. Bir konu üzerinde düşündükçe, yoğunlaştıkça onlar bir anda adeta su üzerine çıkıyor. Kafanızdaki konuya, dolmuştaki bir konuşma, sokakta yürürken gördüğünüz bir şey bir anda gönderme yapmaya başlıyor. Sanki biz de bir orta yolda buluşuyoruz. Başında, tetikleme açısından bir ilham var ama sonrasında işin memuriyet kısmı da önemli.
Mayıs ayında yapılacak dördüncü söyleşiyle sona erecek Uydurmanın İncelikleri serisinin üçüncüsünde bir araya gelen Hakan Bıçakcı, Fuat Sevimay ve Yavuz Ekinci’nin edebiyatın işlevinden özgünlüğün önemine, roman yazma tekniklerinden karakterlerin seçimine kadar birçok konudaki görüşlerinden öne çıkan notlar şu şekilde:
Hakan Bıçakcı: Mükemmeliyetçilik takıntısıyla özgün olamayız
Romanlarımda ilhamdan çok, sonunu bildiğim bir planlama üzerinden giderim. Sonunu bilmediğim bir romanı yazamıyorum. Edebiyatın duygu değil düşünce tarafındayım.
Bir hikâyede beklenenin gerçekleşmemesi de bir hikâyedir. Duvardaki silahın patlamaması da bir hikâye konusu olabilir.
Roman yazmaya başlamadan önce her zaman ne yazacağımı bilerek başladım, hep bir planlama yaparım fakat süreç içinde planladığım gibi gitmez.
Edebiyatın görevi duyguları aktarmaktır.
Okur, romanlarda çok açık metaforlardan hoşlanmıyor.
Yazarların ilk romanları otobiyografiktir, yazar kendini anlatır. Sonraki eserlerinde başkalarını anlatmaya başlar diye yaygın bir kanı var.
Duygudan hareket edip plan yapmadan yola çıkarsanız yarıda kalır. O duyguyu karşıya aktarabilme çabası gerekli.
Öykü soyut anlatımlara çok açık, özel ve kıymetli bir tür. Öykü bazı ayrıntıları, olayları vermeme konusunda romana göre daha özgürdür.
Hayatımı yazsam roman olur, sözü çok tehlikeli. Hayatımı yazsam, roman olmaz. Ama iyi bir roman yazabilirim.
İlhamla bağlantılı bir kavram, esinlenme. Yazarlara genelde hangi yazarlardan esinlendiği sorulur. Bana bu, kısıtlayıcı bir soru gibi geliyor. Sadece yazarlardan etkilenmiyoruz; müzisyenlerden, ressamlardan, yönetmenlerden etkinlendğimiz gibi yaşadıklarımızdan, etrafta olup bitenlerden etkileniyoruz. Özgün bir şey ortaya koyma, bu mükemmeliyetçilik takıntısı, “Ben kimseden esinlenmeyeceğim, kimseden etkilenmeyeceğim, tamamen özgün bir şey ortaya koyacağım.” demek de yazar adaylarını kilitleyecek bir şey. Bir kere şundan vazgeçmek lazım, özgün bir şey ortaya koyamayız. Jean-Luc Godard’un çok sevdiğim bir sözü var: “Olayları, nereden aldığın değil nereye götürdüğün önemli.” Kendi yazdıklarıma baktığımda mutlaka Kafka’nın atmosferi var, David Lynch’in filmlerinin akışı var; birçok şey yakalıyorum kendimde. Oralardan yola çıkıp kendimce yeni bir şey yapmaya çalışmışım. Tamamen yepyeni bir şey yapacağım desem herhalde masanın başında kalırdım, muhtemelen kalem oynatamazdım.
Yavuz Ekinci: Karakter yazarın değil, yazar karakterin kuklasıdır
Bütün romanlarımı baştan inceledim ve eserlerimin hepsinde bekleme temasının hakim olduğunu fark ettim.
Kitaplarını okuduğumuz yazarlardan olduğu kadar seyrettiğimiz sinema filmlerinden de esinleniyoruz. Yazarların mektupları, günlükleri esinlendikleri noktalar konusunda önemli ipuçları taşır.
Bugüne kadar sayısız kitap yazıldı, niye hâlâ yazıyoruz? Bunun temelinde ardımızda “iz bırakma” isteği var. İnsanoğlunun anlatma arzusu, Gılgamış Destanından beri günümüze kadar devam etti, edecek de.
Özgünlük arayışımızı yitirirsek ortalığı birbirine benzeyen metinlerle doldururuz. Özgünlüğü bulacak mıyız, emin değilim ama onun arayışında olmamızı bile çok önemsiyorum.
Eser üretme konusunda beni tetikleyen şey, duygu oluyor. Beni ilgilendiren şey, bir felaketi bekleyen kişilerin bunu nasıl beklediği, nasıl bir tedirginlik içinde oldukları, neler hissettikleri.
Farklı okumalar, yazacağım konu üzerinde araştırmalar yapma bir eseri yazmaya başlamadan önce ihtiyacım olan duyguyu bende oluşturur.
İlk romanlarımda karakterlerin birbirine benzediğini fark ettim. Ondan sonra roman haritası yapmaya başladım, karakterleri eski fotoğraflarla eşleştirdim, her karaktere yüzler seçtim. Romanı o yüzlerin üzerine inşa etmeye başladım. Hikâyeler artık benim değil o yüzlerin hikâyesi oldu.
Bir romana başlarken onu mutlaka çizerim. Karakterleri, mekanı, haritasını çizerim. Bu, günlük hayat telaşı içinde ara verip metne tekrar döndüğümde yolumu kaybetmememi sağlıyor.
Çok bilinçli bir şekilde metaforlarla yüklenen eser, anlamını yitirir. Bir roman yazmaya başlarken “Şunları yazıp şöyle anlatacağım.” dersek o roman baştan biter. Bazı şeyleri okura bırakmalı.
Karakterlerimiz, bizim kuklamız değil. Hatta olsa olsa yazar, karakterin kuklasıdır. Yazarın gölgesi karakterin üzerinde durmamalı.
Don Kişot’u mu Cervantes’i mi daha çok tanıyoruz? Karakter, yazarın önüne geçebiliyor.
Bir roman yazarken her zaman ilk defa yazıyormuş gibi olurum. İnanın bu işi zerre kadar öğrenmiyorum. Kâğıda her eğildiğimde sıfırdan başlıyorum. Kaç eser yazarsam yazayım yenisinde tekrar baştan başlarım.
Fuat Sevimay: Yazar, aktarmak istediğim duygu ile karakter arasında sadece bir elçidir
Yazan insanların hep ölümle bir derdi var. Özgün olmaya çalıştığımızda tıkandığımız nokta, kaderimiz hep bu.
Dünyada kıyamet gibi edebiyat üretiliyor. Yazar olarak özgünlüğün peşindeyiz fakat bu çok azımıza nasip oluyor.
Yeni kelimesi bizi çok cezbediyor. Tamam da neden? Bunun cevabı yok. “Yeni bir şey yaptım, şundan dolayı…” diyebildiğimiz zaman özgünlüğü yakalayabiliriz.
İyi edebiyat ile büyük edebiyat arasındaki temel fark şu: İyi edebiyatta iyi eserler yazıyoruz, çok kaliteli eserler üretiyoruz ama özgün olabiliyorsak işte o büyük edebiyattır.
Ben de duygudan beslenen yazarlardanım. Okura söz konusu duyguyu aktarmam lazım. Bir eseri yazıp bitirdikten sonra asıl başarı, okurun “Ben bu duyguyu hissettim.” demesidir. O duyguyu hissettirebilmek için de müthiş bir mimari gerekiyor. Yazdığım her şeyde beni tetikleyen bu duygudur.
Bir roman yazmaya başladığımda sonunu mutlaka belirlerim.
Gerçek kelimesi, günlük hayatta bana sevimsiz geldiği için gerçeküstü kavramına sığınmayı seviyorum.
Edebiyat dediğimiz şey gerçek hayattan nefes almaya gittiğimiz alan.
Bir yazar olarak neyi nasıl yaptığımız, kavramları tanımlamak benim işin değil, edebiyat fakültelerinin işi. Ben yazarım. Yazar atar, okur onu istediği yerden alır.
Eserlerimizde yaptığımız şeylerin bir sebebi olmalı. Yaşatmak istediğimiz duygunun sebebi olmalı. Karakteri de çok şımartmamalı. Ona yaptırılanlar da gerekçelendirilmeli. Ben, aktarmak istediğim duygu ile karakter arasında sadece bir elçiyim.
Karakterlerin de bir sınırı var ama asıl yazarın sınırı var.
Edebiyat hepimize bir şey öğretiyor. Yazar olarak da bunlardan nasipleniyoruz. Edebiyatın kendi içinde gelişimi gibi biz yazarlar da kendi içinde gelişim gösterebilmeliyiz. Daha iyi veya kötü eser yazmak değil, bir öncekinden daha çağdaşını yazabilmek önemli. Çağdaşı zorlamak lazım. Sanatsal açıdan bana sorgulatmayan metin istemiyorum. Yazarken de karakter üzerinden kendime ve okura sorgulatabilmeyi amaçlarım.
Roman şablonunu excel tablosunda yazpıyorum ve çok faydasını görüyorum. Bu, kafamdaki fikirden, şablondan kopmamı engelliyor. Öykü yazacaksak iş biraz farklı oluyor. Öykü yazmanın tekniğiyle romanınki örtüşmüyor. Öykü anlık geliyor, bir akşamda yazılabiliyor. Öykü yazan arkadaşlardan çok sık duyarım: “Romana gireyim dedim ama otuzuncu sayfada tıkandım.” Çünkü roman plansız olmaz. İşte o excel tablosu öyküde olmuyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar muhtemelen, Orhan Pamuk kesinlikle eserlerini yazmaya başlamadan önce oturup bir hazırlık yaptı. O plana, roman yazarken süreç içinde kopmamak için mutlaka ihtiyaç duyuyoruz. Ama öyküde o plana ihtiyaç olmuyor. Öykü hacminden dolayı bir akşamda halledilebilir. Roman, bazen boşluk kaldırmaz ama öykünün sonunun ucu açık bırakılması, bazı boşluklardan oluşması tavsiye edilir.
Yazar, kendinden çok şey aktarsa bile edebiyatın diliyle bunu bir edebî eser gibi okutabilmeli. Yazar, bir edebiyat eseri yarattığının farkında olmalı.
Eser, yazara göre daha ölümsüz.