Yazar Aslı Tohumcu‘nun 20 Eylül Cuma akşamı Kafka Okur dergisinin Konu: Atölye’sinde roman yazmaya nasıl başladığını anlattığı söyleşiye katıldım.* Yazarların çoğunda olduğu gibi yola öykü yazarak çıkan Tohumcu, yazmaya başlamak için insanın “bir meselesinin olması gerektiği”ni söyledi.
“Yazma yeteneği” diye bir şeyin yalan olduğuna; yazabilmenin istikrar, sabır ve inat etmekle mümkün olacağına inandığının altını çizdi. Ocak 2020’de İletişim Yayınlarından çıkacak Kötü Kalp adlı yeni romanından ipuçları verirken ilk eseri Abis‘in, yazdıktan sonra dönüp okumadığı tek kitabı olduğunu, ilk romanı Taş Uykusu‘nu da yeni baskısında baştan yazacağını anlattı. Sebepleri, aşağıda yer verdiğim kendi cümlelerinde yer almakta.
Aforizmik cümlelerin son dönemde revaçta olduğunu, okurların bir romanı okumaya ilk cümleye göre karar vermesinin, ilk cümle iyi değilse esere şans vermemesinin büyük acımasızlık olduğunu dile getirdi. Bizim büyürken okuduğumuz Suç ve Ceza, Anna Karenina gibi klasikleri, günümüz 140 karakter çağındaki 14 – 15 yaşındaki kaç kişiye okutabileceğimizi; belki de belki aynı meseleleri farklı üslup ve şekillerde yazan yazarların klasiklerinin çıktığı bir dönem yaşadığımızı ifade etti. Hem kendine hem yazara şans veren “deneyimli bir okuyucu” olmanın çok önemli olduğunu vurgulayan Aslı Tohumcu’nun Roman Yazmaya Nasıl Başlanır? konulu söyleşisinden tuttuğum notların özellikle yazmaya gönül veren yazar adaylarına faydalı olmasını dilerim:
Yazmaya devam etmemi sağlayan, annemin aldığı daktilodur
Annem okumamış, okutulmamış ve 17 yaşında evlenmiş; bütün hayatı bize hizmet etmekle geçmiş bir kadın. Onun bana gidip hemen daktilo alması “Roman yazmaya nasıl başlanır?” değil de “Roman yazmaya nasıl devam edilir?” sorusunun cevabıdır. Etrafınızda yazdığınız yazıları beğenmeseler de sevmeseler de çok ters bulsalar da “Yavrum niye böyle şeyler yazıyorsun?” deseler de size koşulsuz destek olan insanlar olması çok önemli. Bu anlamda bir şeyler yapabildiysem özellikle anne babamın desteğini göz ardı edemem, haklarını ödeyemem. Ama bu konuda Türkiye’nin de hakkını ödeyemeyiz.
Yazarak dünyayı kurtaramıyorsunuz
Ben yazmaya öykü yazarak başladım. İlk kitabım, erkek şiddetini anlatan Abis’ti. Abis’i elime ilk aldığımda “Bir kitap yazdım, dünya değişecek” gibi safiyane bir umut vardı içimde. Galiba yazmaya nasıl devam edilir sorusunun cevabı da bu umutta gizli. Abis, yayımlandıktan sonra dönüp okumadığım tek kitabımdır. O derece canımı sıkar.
Edebiyat çok da bir işe yaramıyor. Çünkü büyük acılar, travmalar yaşayan insanlar hikâyelerini öyle anlatıyorlar ki onları aynı cümlelerle kâğıda dökmediğiniz sürece edebiyat o kadar etkili olamıyor. Kendi yaptığım işi yermiş gibi oldum ama edebiyatla olmayacağını anladım. Abis ilk çıktığında bende dünyayı kurtarma isteği vardı ama yazmak, örümcek ısırığı gibi bir şey değil, öyle bir işe yaramıyor. Dünyayı kurtaramıyorsunuz, kendinizi rahatlatıyor, yalnız olmadığınızı görüyorsunuz; özellikle kitaplarınızı okuyanların verdikleri olumlu tepkilerle. En azından şimdilik, Abis’i eline alıp “A ben bir kitap yazdım, şimdi dünya değişecek, çarklar daha fazla dönmeye başlayacak” diyen kızı her koşulda hâlâ daha yanımda taşıdığımı düşünüyorum. O kızları, o oğlanları da yolda bırakmamak gerekiyor.
Yazmak toplu olarak yapılan bir iş değil, cuma-cumartesi gecesi millet dışarı çıkıyor, içiyor, geziyor, konsere gidiyor. Siz ise bir odada hep tek başına oturuyorsunuz. Kimse de size “Yazsana, şahane yazıyorsun, mutlaka yazmalısın.” demiyor; öyle bir talep yok. Tamamen içten gelen bir istekle yaptığınız bir iş. Yine de bir motivasyona ihtiyacınız var. Bu arada seçtiğiniz konular, aslında bu motivasyonu zedeliyormuş, onu da gördüm. Bir karanlığa bakıyorsunuz, onu aktarmaya çalışıyorsunuz. O karanlık bir süre sonra her yere sizinle birlikte geliyor. Yazdığınız şeyi her yere taşımıyor musunuz birlikte? O süreçte sizin tek eşlikçiniz oluyor, başka kimse olmuyor, beraber paylaşıyorsunuz her şeyi.
Yazmaya başlarken niyet önemli
Masanın başında yazarken görmediğim ama kendimi yakın hissettiğim, beni anlayacağını düşündüğüm bir okuyucuya yazıyorum ama elbette tacize, kibre, yanlış anlaşılmaya da hazırlıklı olmak gerekiyor. Çünkü siz oturup iki buçuk sene yazmakla uğraşıyorsunuz ama 3-4 saatte okunuyor ve oradaki emeği görmeden içinden pat diye bir cümle söylenebiliyor. İnsan kendini çok beğenmeyecek ama niyetinden eminse, niyetini gerçekleştirmek için okumak, bir şeyleri görmek, araştırmak, yaşamak, bir şeylere tanık olmak, tekrar tekrar yazmak gibi gerekenleri yaptıysa olduğu kadar olmuştur diyebilmeli ve kibirdi, tacizdi, itilip kakılmaydı bunlara takılmamalı.
Konusu ister aşk, ister cinayet ne olursa olsun aslında bir niyetle roman yazmaya başlanır. Herkesin niyeti beğenilmek, sevilmek, çok satmak gibi farklı olabilir. Bir şeyi anlatmak olabilir. Ben de çok ulvi bir nedenle çıkmadım yola, etkilendim ve aynı etkiyi bırakmak için yola çıktım. Yolda yaşadıklarım beni bir meselesi olan yazara dönüştürdü. Çeşit çeşit meselesi olan kadın – erkek yazarlar var. Bir masa başında saatler, aylar, bazen yıllarca tek başına oturma sabrını gerektiren bir şey bir romana başlamak. Bir tepki alır mısınız, reddedilir misiniz, çok ufuk açıcı bulduğunuz şey alay konusu olabilir mi, şu olabilir mi bu olabilir mi bunları umursamamak elbette mümkün değil ama insanın bir niyeti olursa o niyete böyle sıkı sıkı tutunursa bütün bunlar gelip geçen şeyler oluyor.
Övgü almak, beğenilmek; “Bu hikâyelerde kendimi buldum, vicdan yaptım.” gibi sözler duymak güzel. İnsan tabii ki öncelikle bunu arzu ediyor. Hangi niyetle yazmaya başlarsanız başlayın, hangi ritüellerle yazarsanız yazın günün sonunda okurlarla buluşmalar çok büyük bir ödül, bayağı mutluluk verici. Bu mutluluk için bile yazmayı tavsiye ederim.
İlk romanım Taş Uykusu’nu yeni baştan yazacağım
30’lu yaşlarda daha çok hikâyeyi bir seferde anlatmak istemeye başladım. Daha çok şeyi nasıl anlatabilirim, bir sürü insanı nerede bir araya getirebilirim derken İstanbul’da yaşayan biri olarak hepimizin cinnet geçirdiğimiz otobüse 40-50 kişiyi bindirdim. Hem onlar kendi ağızlarından hikâyelerini anlattılar hem de birbirleriyle ilgili iyi – kötü yorumlar yaptılar. Böylece ilk romanım Taş Uykusu’nu yazdım.
Taş Uykusu’nun tekrar baskısı yapılacak ve o romanı baştan yazmayı planlıyorum. 30’lu yaşlarımın başında bugünkü halime göre daha gençken yazdım o romanı. Oysa şimdi meselelere bakış açım değişti, sertleşti, çeşitlendi; görmediğim bazı şeyleri gördüm, öğrendim Yeni baskıda onların da bulunmasını isterim.
Aslı Tohumcu, bir romanının yazımının bittiğine nasıl karar verir?
Kendinden emin bir şekilde romanının bittiğini söyleyen var mıdır? Eskiden kendimi bilmiyormuşum, çok emindim “Bu, bitti.” diyordum. Artık o kararlılığım hiç kalmadı. Şimdilerde biraz “Hadi artık basacağız bunu kızım.” denilince bitiyor. “Bir de şu üslupla denesem acaba daha mı iyi olurdu?” diye bir rahatsızlığım var. Bana kalsa yazdığım 300 sayfayı rahatlıkla çöpe atabiliyorum veya yazdıklarımı uzun bir süre bekletebiliyorum. Son romanımın 70-80 sayfalık giriş kısmına karar vermem üç yılımı aldı.
Başlık koymadan yazamam
Herkesin yazma şekli farklı. Bir arkadaşım bir defter alıp bütün karakterleri yazıyor. 10 karakterse 10’unun da hayat hikayesini, bütün konu özetini yazıyor. Her şeyi yazıp başlayanlar var. Bu beni çok yorar ve sıkar. Genel olarak anlatacağım hikâyenin iyi kötü kaba taslak bir yolunu çizerim; belli bir yere kadar yürürüm. Sonunu biliyorsam ne mutlu bana, bilmiyorsam da “Kervan yolda düzülür.” derler ya, öyle yaparım. Bence kişiye, konuya, türe göre değişir. Katilin kim olduğunu bilmeden cinayet romanı yazılabilir mi? Belki vardır yazılmışı ama düşününce zor gibi geliyor.
Yazmaya başından başlarım. Hatta roman veya öykü olsun, adını koyamazsam -içime sinmeyen bir ad bile iş görür- benim için çok sıkıntı olabilir. Önce adını yazacağım, altına Aslı Tohumcu yazacağım, öyle başlarım. İleride kullanacağım bir sahne aklıma gelir, o cümleyi unutmak istemem, gerektiği zaman çıkarıp araya sokmak için onu da hemen defterime not ederim. Herkesin kolayına gelen, işine yarayan neyse bence doğrusu odur. “Sonunu bilerek yazmam şart.” dersiniz, doğrusu odur o zaman. 2+2 4’tür diye bir şey yok, o zulüm olur. Zaten yazmanın bir zulüm tarafı var.
Aslı Tohumcu kimleri okur?
Ayfer Tunç ve özellikle Mine Söğüt’ün yazdığı he şeyi takip ederim. Hatice Meryem, Gaye Boralıoğlu’nu okurum. Engin Türkgeldi’yi herkes okumalı, çok yetenekli bir adam. Mevsim Yenice, Gamze Arslan, Murat Uyurkulak’ın da her yazdığını okurum. Hakan Günday ve Yavuz Ekici’yi takip ediyorum.
Ocak 2020’de çıkacak yeni romanı Kötü Kalp hakkında
Ocak 2020’de İletişim Yayınlarından çıkacak Kötü Kalp adlı romanımda bence Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu seri katil var, polisiye ögeler içeriyor ama polisiye roman değil. Çok darlandığım için Kötü Kalp romanını yazdım, adeta içimi soğuttu. Çünkü hem büyük toplumsal ölçekte hem küçük hayatlarımızda o kadar çok saygısızlık ve kötülük var ki onun üslubunu; katilin ağzından mı kimin ağzından anlatayım bilemedim. Bir ırkçıyı, bir eşcinsel düşmanını, ağzını çok iyi laf yapıp kanunları çok iyi bilip tecavüzcüleri salıverdiren bir avukatı, kimi öldürsün, nasıl öldürsün, şunu da mı cezalandırsın bunları yazmak o kadar kolay olmadı. Bir kişi de çıksa tutmasa kendini, bizim bu hayattan alacağımızı simgesel olarak bile almaya kalksa nasıl olur, diye düşündüm. Dediğim gibi önce kendi yüreğimi soğutmak için, kâğıt başında bile olsa “Şuna da cezasını verdim.” demek için yazdım ama bana da çok yorucu geldi.
Yazma’nın eğitimi okumaktır
Yazmanın eğitimi bol bol okumak, her şeyi okumaktır. Tiyatro oyunları ve filmler seyretmek, çok farklı insanlarla tanışmak, yeni yerler görmek, bir yerlerde misafir olarak değil de yerlisi olarak insanlarla iletişim kurabilmek, onları gözlemlemek de var. Herkesin gözlem yaptığı, baktığı yer farklı; herkesin baktığında gördüğü şey de farklı. Tabii bu da yazarları birbirinden ayıran güzel bir durum. Benim şansım çok tatlı arkadaşlarım var, yazdıklarımı onlara mutlaka okuturum; takıldığım yerde danıştığım, şanslıyım iki benden 10-15 yaş genç çok iyi iki editörüm var. “Napayım?” diye sorup aklına güvendiğim iyi niyetli insanlar var etrafımda. Her zaman insanın kendinden gençlerle arkadaşlık etmesi birçok yenilikten haberdar olması ve genç kalması adına.çok faydalı. Genelde yazıp çizen insanların kendi çevreleri de ona göre şekilleniyor. Konuya göre de değişiyor galiba ama editör, “Şu şekilde olsun.” diye çok ısrar edebilir ama içinize sinmezse editörü de dinlemeyebilirsin, dinlememelisin de zaten.
Bir eser için “Bu, oldu.” diyecek bir kişi de yok galiba ama okumak tabii ki ufuk açıcı, iyi bir arkadaş. Yazdığın meseleye dair okumak çok faydalı olabiliyor. Bazen çok alakasız bir animasyon seyrederken orada biri bir söz ediyor, bir çizim görüyor, bir müzik duyuyorsun ve birden aklına yeni bir şeyler gelebiliyor.
“Bugün şu kadar yazdım, bin kelime yazdım.” diyen arkadaşlarım var. O da ilginç ve zor bir iş. Hiç öyle bakmam yazmaya. Bugün şuraya kadar anlattım, anlatamadım; şuraya getirdim diye bakarım.
Yazamadığınızda zorlamayın
Üç saat boş ekrana bakmak hem yıpratıcı hem de ertesi gün için moral bozucu. Bem böyle durumlarda yazmış olayım, pratik yapayım diye günlüğümü açıyorum. Hiçbir şey olmasa yazamayışımı bile mutlaka yazarım. Deftersiz çıkmam bir yere. Bisiklete binmek gibi günlük çok önemli bir şey. Pedal çevirmeyi bir hafta bıraksanız sonrasında yalpaya yalpaya sürersiniz bisikleti. Böyle günlerde yazmaya zorlamayın kendinizi; bir müzik açın, muhabbet edin, yazacak başka şeyler bulun. Çünkü başka bir yazı yazarken başka şeyler aklınıza gelebilir, sıfırı tüketmeyin. Bu, çok önemli başarılı olmak için.
Kendiniz gibi yazmanız gerekiyor, çıta çok yüksek. Türkçenin en zengin kelime hazinesiyle yazan yazarı Sait Faik Abasıyanık’ın iki öyküsünü okuyunca insan “Daha çok ekmek yemem lazım değil fırınları yemem lazım.” diyor. Öyle düşünürsek hepimiz bu işi bırakacağız, “Her şey her şekilde yazıldı, dükkânı kapatıyoruz.” olur. Söylenmemiş söz, denenmemiş üslup kalmadı.
Edebiyatın zabıtası yok
İnsanın yaşamadığı, bilmediği bir şeyi yazması zor ama insanın empati kurduğu ve kuramadığı meseleler var. Empati kurduğunuz, size dokunan meseleleri, kendiniz yaşamasanız da hayal gücünüzle tamamlıyorsunuz. Zaten, empati kurmadığınız mesele, size cazip gelmez; “Ben niye onu anlatayım ki?” dersiniz. O tarz yapılmış başka işlere, bakmak, mesela hikâye anlatmanın başka bir şekli sinema da yazmaya yardımcı olabilir. Bazen müzik de insanı havaya sokabilir. Edebiyatın zabıtası yok, isteyen istediği şeyi yazabilir, isteyen okur isteyen okumaz. İlla bu iş şöyle olacak böyle olacak diye bir şey yok. Kimi de sadece kendi duygularından yola çıkarak edebiyat üretebilir. Dediğim gibi zabıtası yok bu işin. Herkes istediğini yazar çünkü okuyucuya da zorlama yok; ister okur, ister okumaz, okuduğunu beğenir beğenmez. Zaten bunlar bir yanıyla da öznel işer.
Karakter, sadece tamamlayıcı bir unsur değildir
Karakter ve hikâye iç içedir. Cinsiyet, yaş, beden dili, alışkanlıkları bakımından hikâyenin gerektirdiği koşullara sahip bir karakter yaratmanız gerekir. Bunların hangileri hikâyenizi daha iyi amlatmanıza yardımcı olacaksa, o ayrıntıları okuyucunuzla paylaşmalısınız. Karakter sadece tamamlayıcı bir unsur değildir. İnsan bazen bir karakterin peşinden yola çıkıp koca bir roman yazabilir. Karakter, olay örgüsü, mekan, zaman bütün bunların hepsi bir araç. O aracı ne kadar kullanacağınız, anlattığınız mevzuya göre değişir. Kimi romanda karakterin hikayesi değil üstte akan konu önemlidir, onu gölgelememek için karakteri yüzeysel bırakabilirsiniz. Kimi eserde de tam tersine karakteri çok derin kazmanız gerekebilir, yedi sülalesini anlatırsınız. Dilde de üslup seçiminde de anlatacağınız hikâyenin ihtiyaçlarını en iyi siz bilirsiniz. Anlattığınız konuya hizmet edip etmediğine bakarak karar vermeniz lazım. Çünkü sizin hikâyeniz, anlatmak için onları siz seçtiniz. bBn gelip sizi başka bir şeye ikna edemem. “Benim içime sinen bu.” deyip yolunuza devam etmelisiniz. Yazarken patron sizsiniz.
Yazmaya öykü ile mi romanla mı başlamalı?
Bu sorunun cevabı biraz zor. Sizin soluğunuzla; hikâyenizi ne kadar anlatmak istediğinizle; okurla ne kadar birlikte vakit geçirmek, anlatmak istediklerinizin ne kadarına gerek gördüğünüzle ilgili. Öykünün soluğu başka romanın soluğu başka. Roman ayrı bir sabır ve matematik gerektiriyor. Daha büyük bir his. Ben öykü yazarak küçük küçük odalar yapıyordum, bunu öyküyü küçümsemek için asla söylemiyorum, şimdi roman yazarak adeta bir apartman yapmam gerekecek ama nasıl olacak? Ben zaten kısa kısa küçük küçük yazıp kaçan bir yazarım ama hep imrenmişimdir, hakikaten benim de şöyle ele gelen bir kitabım olsa adamın kafasına attığımda bir hissetse.
Roman ve öyküyü birbirinden ayıran nedir? Teknik olarak bir cevap yok, o benim eksikliğim. Daha dar bir alanda bir meseleyi anlatmak açısından öykü, romandan daha zor. Romanda elimi daha bol tutarak yazabilirim, o açıdan kolaylığı var ama bu roman daha kolaydır demek midir bilmiyorum. Öykü, bence daha yoğun, biraz entelektüel işi gibi geliyor bana. Ben de ne kadar entelektüelim tartışılır. Öykücülerden de sürekli bir roman istenir, böyle abes bir ortam var. Sanki öykü, romanın öncülüymüş gibi, biraz öykü yazarsın sonra büyürsün romanını yazarsın. Böyle bir şey yok. Türkiye’de romanın daha çok okunduğu ve okurun en az 200-300 sayfayı görmeyince ona roman demediği yorumu yapılıyor. Çeşit çeşit yazar da var çeşit çeşit okuyucu da. Çok şükür hâlâ Can, Everest, İletişim ve başka yayınevleri öykücülüğü bitirmiyor ama öykünün daha az sattığı söyleniyor. Yayıncılık sektörünün bir formülü yok.
Siz ne yazarsanız yazın bazen yayınevleri de etkili oluyor; “Biz bunu böyle yayımlayamayız, devamına iki hikâye daha ekleyin, az uzatın” gibi muhabbetler ne yazık ki dönebiliyor. Kültür sanat camiası da böyle çok kültürlü, her işin tıkır tıkır aktığı bir camia değil.
İlk eserini yayımlatmak isteyen yazar adayına öneri
İlk eserini yazıp hangi yayınevine nasıl ulaştıracağı noktasında kararsızlık yaşayan yazar adayına önerim kendisini ve yazdığı eseri hangi yayınevine yakın hissediyorsa onlarla iletişime geçmesi. Yayınevleriyle günümüzde internet siteleri üzerinden ulaşılabiliyor. Devir değişti, ben yazmaya başladığımda önce dergilerde gözükmek gerekiyordu. Üniversiteye kaydımı yaptırır yaptırmaz Varlık dergisine gittim, “Şunları şunları yazıyorum.” dedim. Enver Ercan da bize kol kanat gerdi. Şimdi dergiler de az kaldı, yeni yazarlara oralarda ne kadar yer açıyorlar tartışılır ama yine de Notos derginin kapısını çalsanız Semih Gümüş size “Niye geldin?” demez. Yazdığınız eserin kime uygun olduğuna bakmak lazım. Yanıt yayınevinden geç gelirse kendinizi hatırlatın, onu reddedelerse başka bir yazı gönderin, başka bir yere de gönderin, aynı anda birden çok yayınevine gönderin.
Mesela Abis’in Şeytan Geçti’nin tekrar baskıları yapıldı, onlar bugün benim önüme bir dosya olarak gelse, “İyi niyetli ama tıfıl bir çaba bunlar, başka bir dosyanız olursa incelemek isterim.” der, reddederdim. Yılmamak lazım, ne kadar büyük yazarların ne ret mektupları aldığını biliyoruz.
* Aslı Tohumcu, söyleşinin sonunda daha önce tanışıp tanışmadığımızı sorup yüzümün kendisine bir yerden tanıdık geldiğini söyledi. Kendisini ilk defa dinlemeye gelmiştim; YouTube, Instagram vs gibi dijital ortamlarda denk geldik mi bilmiyorum ama daha önce herhangi bir yerde karşılaşmadık. Ama bu soruyu son dönem çok kişiden duyuyorum ve insanlara niçin bu kadar tanıdık geldiğimin cevabını artık ben de merak etmeye başladım. Bu arada, eğer nezaketsizlik olmayacaksa Aslı Tohumcu’yu -özellikle güldüğü anlarda- Sibel Tüzün’e benzettim, belki Sibel Tüzün ona benziyordur yaşlarını bilmiyorum. Ama aradaki benzerliği kendisine daha önce söyleyen birkaç kişi kesin olmuştur diye tahmin ediyorum. Dinlemesi çok keyifli biri Aslı Hanım, kendi adıma oldukça verimli bir sohbetti. Sorularım vardı ama dinleyiciler, yazar – yayınevi ilişkisine, editörlerin bir eserin kaç sayfasını okuyarak yayımlanmasına karar verip vermediğine o kadar takıldılar, mevzu o kadar uzadı ki Aslı Hanım dahil çoğumuzun zihinlerinin yorulduğunu hissedip soru sormaktan vazgeçtim. Bir de karakter nasıl oluşturulur, roman ile öykü arasındaki farklar neler vs gibi teknik konularda Aslı Tohumcu’nun kafası biraz karışık. Bunu da işinin, uzmanlığının yazmak olmasına ve işini nasıl yaptığını teknik açıdan ifade edebilme zorunluluğunun olmamasına bağladım.
Başarıya ulaşmanın en kısa yolu insanların deneyimlerinden faydalanmak. Her yazarın yöntem ve tekniği farklı, onları dinledikçe bunu görüyorum Fatma. Yazmayı önemseyenler için onların paylaşımları son derece önemli.
Çok faydalı bir yazı olmuş Evren,
Büyük bir ilgiyle okudum
Yazarların tecrübelerini önemsiyorum
“Herkes yazmak değil ama okumak zorunda” çok haklısın
Aslı Tohumcu’yu okumamıştım
merak ettim
Kesinlikle önce iyi bir okuyucu / okur olmak gerekiyor; yazabilmek sonrasında geliyor. Herkes yazmak zorunda değil ama herkes okumak zorunda bence Elif. Sen, her iki eylemi de layıkıyla yapıyorsun. Nohut Odası’nı ben de okunacalar listesine eklemek için inceleyeceğim. Katkın için teşekkür ederim.
Çok keyifle okudum yazını. Ellerine sağlık. Gitmiş kadar oldum.
3. kezdir bir romana başlıyorum , olmuyor, akmıyor. Öykü yazamam ama öykülere bayılırım. Melisa Kesmez’in Nohut Odası mesela. Ne güzeldir.
Sağol Evren :)