29 yıl önce, henüz 47 yaşındayken vefat eden babamla aynı yaşta olmama birkaç yıl kaldı. Hızla ona yaklaşsam da hafızamdaki baba, benden hep onlarca yaş büyük kalmaya devam ediyor, ne ilginç. Bazı anılar zamanla soluklaşırken bazı hissiyatlar canlılığını hiç yitirmiyor. Geçirdiğimiz vakit çok azdı, yaşadığı ömür de az olunca hâliyle ondan öğrenebildiklerim de sınırlı kaldı. Muhakkak her anne baba, evlatlarına deneyim aktarmayı sorumluluk bilir. Babamdan yana öğreneceklerimin yarım kalması sebebiyle belki de hâlâ kendini gerçekleştirmeye çalışma telaşıyla yeni eğitimler alıp öğrenmeye devam ediyorum.
Babamın yirmi dokuzuncu ölüm yıl dönümünde fark ettiğim bir şey daha oldu. Babamı uçaklarla ne çok özdeşleştirmişim. Hâlâ daha havada bir uçak görsem içinde sanki o varmış gibi hissediyorum. Çocukluğumda sokakta oynarken havada uçak gördüğümde, “baba” diye el sallayıp arkadaşlarıma gösterirdim. Çünkü izne geldiğinde onu Adnan Menderes Havalimanına almaya giderdik. Tuhaftır, aynı havalimanında uğurlamaya dair hafızamda hiç anı yok. Tüm kırıntılar hep karşılamaya dair. Belki gerçekten babamı havalimanına uğurlamaya hiç gitmedik; belki de sadece gelişi hafızamda kendine yer bulabildi. “Ölmek üzere” döndüğü – daha doğrusu gönderildiği – yer de yine bir havalimanıydı. Yıllardır İzmir’de karşıladığımız babamı, 1996 Nisan’ında son kez, Antalya Havalimanında karşıladık. O gün ilk kez, sadece havalimanına gittiğim Antalya’ya bir daha da adım atmadım, atamadım.
“Misafir babamı” beklediğim Adnan Menderes Havalimanında yıllar sonra ben uçaklara biner oldum. Çocukken babamı havalimanına almaya gittiğimizde uzaktan görebildiğim o kocaman uçaklarla, onun gibi Avusturya’ya uçamasam da İstanbul’a uçuyorum. Uçağa binmek için beklerken, bir zamanlar babamın da buralarda nefes alıp verdiği aklıma geliyor. Gökyüzünde, bulutların üstündeyken baba oğul farklı rollerde benzer kaderleri yaşadığımızı düşünüyorum. Öyle ki annem, “senin payına babanın gurbetçiliği düşmüş” der.
Annem, benim asıl toprağım ve vatanım olsa da İstanbul’u hiçbir zaman gurbet olarak görmedim. Çok şükür ki öyle hissetirmedi bu harika şehir bana. Ama tüm sevdiklerimiz birer birer gerçek âleme göçtükçe, asıl o zaman “dünya” bizim için gurbete dönüşecek, bunun da bilincindeyim.
Tabii, babamı kaybettiğimiz 1996 yılında, 15’imi bile doldurmamıştım. O zamanlar “babanın ölümünün küçük kıyamet olduğu” sözünü bilmesem de o kıyameti tüm ağırlığıyla kabimde, ruhumda ve zihnimde yaşamıştım. Bu taraf mı yoksa öbür taraf mı gurbet, üzerine düşünüp bunu idrak edebilecek olgunlukta değildim ama çok ağır, çok zordu; âdeta biri yüreğimi avuçları arasında sımsıkı sıkıyordu. Mutfak penceresinden dışarı bakıp “Acaba birgün biz de, sokakta yürüyen şu insanlar gibi hiçbir şey olmamışçasına yürüyebilecek miyiz?” dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Zaman geçtikçe “hiçbir şey olmamış gibi” yürümeye, yaşamaya başladık. Ancak o “gibi”ler, ya birilerinin sözüyle ya birilerinin eylemiyle bozuluyordu, hayatta tek kanatla uçmaya çalıştığımız gerçeği yüzümüze tokat gibi vuruluyordu. 29 yılın ardından bu satırları yazabiliyor olmak, yaşanan o büyük acıya karşıdan bakabilmek kendi adıma çok kıymetli. Öyle ki sadece hayatımızdan değil ruhumuzdan kopup kayan o koca toprak parçasıyla sürüklenip gitmek de vardı.
e-vren günlüğü sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Yeryüzündeki duygular hep ortaktır, tabii vicdan ve merhamet sahibi insanlar için. Kaybettiğimiz sevdiklerimizle cennetle bir araya gelebilmek dileğiyle…
Sanırım yazıdaki duyguyu çok iyi anlayanlardanım…