GÖÇMEN HAYATLAR

{Evren’in Aydın Life Dergisi Eylül sayısındaki yazısıdır}

1940’ların sonu, 1950’lilerin başıdır. Bulgaristan’da yaşam, Türkler için iyice zorlaşmıştır. Çoluk çocuk çalışıp çabalayarak elde ettikleri ekinlerin ve kazançların çoğu devlet tarafından alınmakta, kendilerine çok az bir kısmı bırakılmaktadır. Bulgaristan Türklerinin gözü artık doğuda, Türkiye’dedir. Continue reading →

ELLİ KELİME

{Evren’in Aydın Life Dergisi Ağustos sayısındaki yazısıdır}

Öyle bir şey düşünün ki, sizi günlük yaşamınızdan koparıp tek bir kişinin sığabileceği, sadece birer yatak, sandalye ve masadan ibaret bir odaya kapatıyorlar. On altı ay boyunca gazetenin, kitabın, radyonun olmadığı fakat 24 saat sesinizi kaydeden bir cihazın olduğu bir ortamda yaşamak zorunda bırakılıyorsunuz. Size tanınan tek hak, birinci dereceden bir akrabanızla günde bir defa olmak şartıyla mektuplaşmak. Ancak bunun da bir şartı var: Mektupların kelime sınırı elli. Elli birinci kelimede mektup imha edilecek!

Böyle bir koşulda değil on altı ay, on altı saat bile yaşamayı hayal edemeyip, büyük bir ıstırap kabul ederken, cezanın ötesinde bir zulüm sayılan bu şartlarda yaşayan biri var: Bir döneme damgasını vuran, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanlığını yapan Adnan MENDERES!

Menderes, 27 Mayıs ihtilalinin ardından bir müddet Harbiye’de alıkonulur, daha sonra Haziran ayında Yassıada’ya götürülür. İçinde bir karyolanın iki buçuk metre uzunluğunda, iki metre genişliğinde bir odaya yerleştirilir. Haftada birkaç saat dışında buradan çıkması yasaktır. Yassıada’nın eski başbakan için tek yasağı bu değildir: Dış dünyadan haber almasını sağlayacak gazete ve kitap okuması, radyo dinlemesi, diğer mahkumlarla konuşması da yasaktır. Başına 24 saat bekleyen, iki saatte bir değiştirilen nöbetçi dikilir ve odasına ağzından çıkması muhtemel tek bir kelimeyi bile kaydetmesi için özel bir ses dinleme cihazı yerleştirilir. Yassıada’da kalan diğer tutukluların arada bir birbirleriyle konuşmaları serbestken, Menderes’in 24 saat boyunca başında bekleyen nöbetçiyle dahi tek bir kelime konuşması yasaktır. Öyle ki avukatlarıyla bile yalnız görüştürülmez, uzun uzun konuşturulmaz.

Bunların ötesinde ihtilal yönetimi, eski başbakana haberleşme özgürlüğünden çok cezaya dönüştürülen bir hak da tanımıştır: 50 kelimeyi geçmeyen ve sadece birinci dereceden akrabalarla günde bir defa yapılabilecek mektuplaşma hakkı. Mektuplar, Yassıada komutanlığınca 10 sütun halinde yarım sayfa şeklinde hazır olarak bastırılan, en altta “Satırlar dışındaki boşluklara yazı yazılmaz!”* şeklinde not bulunan ve tanesi 5 kuruş olan kâğıtlara yazılabilecektir. Dahası da var: Eski yazı kullanmak, mahkemenin gidişatı ya da adadaki yaşam hakkında bilgi vermek, olaylarla ilgili yorum yapmak da yasaktır. Mektup, Adnan Menderes’i hayata bağlayan tek unsur haline gelince, 27 Mayısçılar bunu bir işkence aleti haline dönüştürmeyi de ihmal etmemişlerdir. Mektuplara elli kelime sınırı, idamdan çok daha büyük bir zulme dönüştürülür.

Günde sadece bir mektuba izin verilince, Menderes’in çocukları ve yakın akrabaları mektup yazma haklarının tamamını eşi Berin Hanım’a devredeler. Adnan ve Berin çifti 16 ay boyunca tek bir gün Continue reading →

KISMETTEN ÖTEYE GEÇİLMİYOR MADEM

{Evren’in Aydın Life Dergisi Temmuz sayısındaki yazısıdır}

İnternette başladığım blogger’lık (elektronik günlük tutan kişi) maceramın, harika bir dergide, üstelik henüz Temmuz 2006’da doğan bir dergide devam edeceğini hiç düşünmemiştim. “Gel” dediler, Evren’in Günlüğü’nü Aydın Life’ta da tut.” Kısmetten öteye geçilmiyor madem, sizinle bu sayfalarda buluşmak kısmetimizmiş demek ki…

e-vren günlüğü ile yeni bir çocuğun doğumuna tanıklık etmek, onun ilk kokusunu hissetmek, ilk defa dokunmak ona… Şu an aylardır süren bir hayalin, beslenen umutların meyvelerini tutuyorsunuz ellerinizde. Ömürlü olsun denildiği gibi her yeni bebeğe, Aydın Life’a da uzun uzun yıllar diliyoruz. İnsana en anlamlı geleni ise derginin ilk sayısında, henüz o taptazeyken başlamak yolculuğa. Siz, biz, hepimiz e-vren günlüğü ile bir anlamda Aydın Life’ın günlüğünü de tutacağız. Onun büyüyüp gelişmesine hep birlikte tanık olacağız.

***

Geride bıraktığımız aylarda dünya gündemine damgasını vuran en önemli olay Karikatür Krizi’ydi. Bu krize “olay” değil, “REZALET” vb. tanımlamalar yakışıyor daha çok. İnsanoğlu kimliklerinden sıyrılıp çok büyük bir sınavdan geçiyor ve her zaman ki gibi sınıfta kalıyor. Kainatın son ve en büyük peygamberiyle dalga geçen Avrupa, verdiği tepkilerle de İslam ülkeleri… Doğru ve yanlış her şey için geçerli; karikatürlere gösterilen tepkilerde de olduğu gibi. Yüzyıllar öncesinde aramak lazım bugünkü yanlışların sebebini. Neden Avrupa bu kadar cesure ve de küstah? Ve neden İslam ülkeleri her seferinde Batı’nın görmek / dünyaya göstermek istediği görüntüleri sergiliyor? Protestolarda yine bizim insanımız ölüyor, bizim mallarımız zarar görüyor, bizim devletimizin ekonomisi zedeleniyor. Onu bunu eleştirmekten ziyade takınılacak en akıllıca tavır, önce kendimizi sorgulamak olmalıdır. Kimseyi yargılamadan, ilk kendimizi hesaba çekmek… Ve sonra kırıp dökmeden, paranın egemen güç olduğu bu medeniyette oyunu kurallarına göre oynamak: “ekonomik ambargo” uygulamak! Çocukluğumuzdan beri sadece ilkokul sıralardında 1 günlüğüne kutladığımız “Yerli Malı Haftası” gün gelir işte böyle elimize yapışır. “Yerli Malı, Herkes Bunu Kullanmalı” sloganını hayatımızın 365 gününde tatbik etseydik, bugün Moder batı bu kadar küstah olabilir miydi bebek mamasını bile kendisinden Doğu’ya karşı?

***

Gittin, “gitmem” dediğin halde. Unuttun, “unutmam” diye söz verdiğin halde. Sözlerinitutmadın, yemin ettiğin halde. Ve ben bekledim; “sen dönene kadar beklerim.” dediğim için. Seni yazdım buralara, remz’lerle donattım her bir cümlemi. Her bir cümlemin anlamına seni yükledim. Ve sen hala dönmedin, “döneceğim” dediğin halde… Sevda ulaşılamayacak uzaklarda olunca, ne yağan yağmur ne esen yel umurunda oluyor insanın. Okunan şiirler daha bir anlamlı oluyor, şarkılar daha çok dokunuyor yüreğe. Ve sevgiliyle yaşanan onca olay, silinmiyor hafızadan. Gönülden edilen dualarıma, senden başka istek girmiyor artık.

Bilsem gidip de dönmeyişinin sebebini, bütün sebepler ben olurdum inan. Tutup getirirdim, tutamadığım yokluğunu. Varlığını bir sır gibi saklardım, ayrılık denen musibetten. Yanıp kavrulurdum, kor olur kendimi unuturdum. Ve bütün cümlelerimi sonlandırıp, sessizliğe gömülürken son sözü şaire bırakırdım:

Ölünceye kadar
seni bekleyecekmiş,
Sersem.
Ben seni beklersen ölmem ki..
Beklersem.*

*Özdemir ASAF