edebî blog’un 3+1 yazı dizisinin üçüncü kalemi, İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yalçın Armağan. Melih Cevdet Anday ile İlhan Berk’in düzyazı ve söyleşi kitaplarının editörlüğünü yapan, İmkânsız Özerklik: Türk Şiirinde Modernizm isimli eseri yazan Armağan; Abdullah Uçman, Adnan Özyalçıner ve Doğan Hızlan‘ın edebiyata dair görüşlerini yorumlarken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da “…ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır.” sözüyle ilgili görüşlerini dile getirdi.
Abdullah Uçman: Her şey ucuzladığı gibi edebiyat da edebiyat eleştirisi de ucuzladı gibime geliyor. Özellikle genç nesil, ciddi anlamda araştırma veya okumalar yapmadan çalakalem yazıyor. Ben, tatil zamanı başka bir şeyle meşgul olmadan üç dört yüz sayfalık bir romanı ancak bir haftada okuyabiliyorum, okuduğum kitap bir inceleme veya araştırma eseri ise bu süre daha da uzuyor. Şimdi bakıyorum, yeni bir kitap yayımlanmış, birkaç gün sonra gazete veya dergi sayfalarında çarşaf çarşaf yazılar çıkıyor; peki, kardeşim sen bunu ne zaman okudun, üzerinde ne zaman düşündün, ben bunları anlamakta doğrusu güçlük çekiyorum.*
Yalçın Armağan: Yalnızca bizde değil, tüm dünyada okumadığı kitap üzerine konuşanlar ve yazanlar var. İşin doğrusu bu durum son yıllara da özgü değil, matbuat âleminin her döneminde okunmayan, tam okunmayan, şöyle bir göz atılan metne dair yazma eğilimi vardı. Her ne kadar okumadığı metinler üzerine konuşmak daimi bir sorun olsa da, kitap tanıtma mecrasının bu denli artması okumadan yazmayı daha çok teşvik ediyor gibi görünüyor. 1980’lerin ortasından itibaren yayın dünyasının “yazar-yayıncılar”ın tekelinden çıkıp sermaye kurallarına tabi olmasından beri, “kitabın görünmesi” daha büyük önem taşıyor. Piyasa kuralları eleştiriye değil, tanıtmaya ihtiyaç duyduğu için tanıtım yazılarındaki eleştirel ton da iyice “rahatsız” edici hale geldi. Yalnızca övgü isteniyor, bunun için de kitabı okumanız beklenmiyor. Övün yeter, ne dediğiniz önemli değil.
Günümüzde yayın dünyasının sekreterleri var. Hepsinin farklı gerekçeleri olabilir ama para kazanmak için yazanından akademisyenine bu görevin bir hayli taliplisi olduğu fark ediliyor. Yeni yayımlanan her kitabı öven ama ne için övdüğü tam anlaşılamayanların egemen olduğu bir ortam geçerli artık. Bu ortamda kitapları okumaya da ihtiyaç kalmıyor.
Adnan Özyalçıner: Yazar, kendi dünyasını anlatsa da yaşadıklarının siyasal, ekonomik, toplumsal dönemle olan ilişkilerine de değinmek zorundadır.**
Yalçın Armağan: Edebiyatın bir görevi var mıdır? Bizde bu soruya genelde keskin biçimde cevap verilir ve taraflar hemen ayrışır. Bir yandan estetiğin kendi başına kuralları olduğunu söyleyenler, yani estetik özerklikten yana olanlar, diğer yanda ise toplumsal görevi yerine getirmeyen edebiyatın eğlenceden ibaret ve son kertede lüzumsuz olduğunu dile getirenler vardır. Şimdiye kadar Türkiye’de edebiyatın görevi olduğuna inananlar baskın konumda olmuş, estetik özerkliğe göz kırpanlar “mukallit”likle, “züppe”likle, “yabancılaşma”yla suçlanmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki, edebiyatın bir görevi olması gerektiği fikri modern zamanların öncesinde de yaygın anlayıştır. “Edebiyat edepten gelir” diyenler, edebiyatın asli “görev”inin ahlaki değerleri öğütlemek olduğunu kabul ediyorlar demektir. Modern zamanlarda edebiyata görev verenler, bu görevin içeriğini de modern dünya görüşlerine doldurmak istemişlerdir.
“Görev” ile “özerklik” arasındaki kavgada hızla bir tarafın sözcülüğüne soyunmak, bana kalırsa, meseleye dair hızlı sonuçlara varma arzusunun ifşasıdır. Oysa mesele karmaşıktır.
İşin tuhafı, iki zıt uç olarak beliren bu anlayışlar birbirine muhtaç gibi görünmektedir. Taraflardan birinin ortadan kaldırıldığı ortamlarda edebiyat da renkliliğini hızla yitirmeye başlıyor.
Doğan Hızlan: Yazmak bir seçim eylemi. İlle de bütün kitapları ben yazmak zorunda değilim. Zaten amacım beğendiğimi daha çok kimsenin okuması. En çok satanlara karşı da mesafeliyim. Neden derseniz çok satanların iyi olmadığından değil zaten belli bir satış potansiyelini yakaladığı için uzak duruyorum. Başarısız bir kitap kendi kendini yok eder, bu kadar çabaya gerek yok.***
Yalçın Armağan: “Başarısız bir kitap kendini yok eder” diyor Doğan Hızlan. Yanılıyor. Belli ki “Zaman”ın en iyi elek olduğu düşüncesinde. Sıkça dile getirilen, galiba herkesin hemfikir olduğu bir iddia bu.
Genel kanının aksini söyleyeceğim ben: Estetik alanda Zaman tek yetke değildir.
“Başarısız” kitapların kendini yok edeceği önermesinin içinde barındırdığı diğer iddia, “başarılı” kitapların “bugüne kaldığı”dır. Gerçekten öyle mi? Ahmet Midhat’ın metinleri, Hüseyin Rahmi’nin yazdıkları, hatta Yakup Kadri ya da Halide Edib’in romanları “başarılı” olduğu için mi bugüne kaldı? Tersinden sorarsak, Melih Cevdet Anday’ın 1975’te yayımlanan Raziyeromanı “başarısız” olduğu için mi bugün okurun ilgisini çekemiyor? Başka bir örnek, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı 1959’da yayımlanmasından sonra 2000 yılına kadar yalnızca 2 kere basılmış, 2000 yılından 2017’ye kadar ise 50 kere. Atılgan’ın metni 1959 ile 2000 arasında “başarısız”dı da, 2000’den sonra başarılı hale mi geldi? Son bir örnek: Sabahattin Ali’nin Kürt Mantolu Madonna’sı yayımlandığında, hakkında yazan neredeyse herkes tarafından “başarısız” bulunmasına rağmen, nasıl olmuş da bugün “kanonik” metin sayılmaya başlanmıştır? Şunu da ekleyeyim: Kürk Mantolu Madonna, kanımca, “başarısız” bir romandır. Niye kendini yok etmemiştir de, aksine popüler hale gelmiştir?
Edebî metnin “başarısı” ya da estetik kıymeti bünyesinde bulunmaz, yani estetik kıymet metne içkin değildir. Bu yüzden de metinlerin kıymeti dönemlere göre değişiklik gösterir. Mesela Oğuz Atay’ın romanları yayımlandığı zaman neredeyse hiç kimse onlardaki estetik kıymeti tespit edememişti, hatta roman hakkında yazanların fikri olumsuzdu. Oğuz Atay hiçbir kitabının ikinci baskısını göremedi. Oysa 1980’lerin ortalarından itibaren modernist romanın kurucu isimlerinden biri olarak kabul edildi.
Bu yüzden de, bir edebî metnin bugüne kalmasını kendiliğinden işleyen bir süreç saymak yerine estetik kıymeti belirleyen failleri analiz etmek Zaman’ın bir yargıç olmadığını görmeyi sağlar.
+1
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…”**** cümlesiyle dile getirdiği Türk yazarlarının fazlasıyla Batılı yazarların etkisi altında kaldığı görüşüne katılıyor musunuz?
Yalçın Armağan: Tanpınar’ın sözü doğru olabilir ama bundan bir rahatsızlık duymuyorum. Neredeyse 200 yıldır modernleşme sürecinin içinde olmamıza rağmen hâlâ modernite’ye alışamadık. Türkiye’de entelektüeller, uzunca bir süredir aynı suçlamaya muhataplar: “Türk aydını Tercüme Bürosu’nda doğdu”. Şunu sormak lazım: İngiltere’deki aydınlar nerede doğdu? Frenk ağzıyla konuşmak gerekirse, Raymond Williams Kültür ve Toplum kitabında İngilizcede modern zamanlarda yaygın biçimde kullanılan beş kavramın 19. yüzyılda ortaya çıktığını ve yaygınlaştığını söylüyor. Bu kavramlar: Endüstri, Demokrasi, Sınıf, Sanat ve Kültür. Demek ki İngiliz aydınının düşünsel temelleri, 19. yüzyılda şekilleniyordu. Modernite, yeni yaşam pratiklerini getirerek geleneksel yaşam formlarını ortadan kaldırdığı gibi düşünme biçimini de değiştiriyor, entelektüeli “köksüz” hale getiriyordu.
Benzer bir süreç bizde de yaşanmış ama bu modernitenin doğasına değil de, Batı mukallitliğine bağlanmıştır. Modernite, insanları yeni bir sözlük kurmaya zorluyor. Avrupa, moderniteyi ilk deneyimleyen toplumların beşiği olarak kendi yeni sözlüğünü kurmak için uğraşıyor. Türkiye gibi modernleşmeye daha geç intikal eden (ya da zamansal olarak geç kalmasa da direniş nedeniyle geciken) toplumlar da, modernitenin zorunluluğu olarak yeni bir sözlük kurarken kendinden önceki deneyimlerden, yani Avrupa’dan yararlanıyor.
Modernite deneyimini “bozulma” olarak görmedikçe, Batı’yla bu türden bir kültürel alışverişe girmeyi mukallitlik olarak suçlamak ne oranda doğru bilmiyorum. Ama bizde hayli yaygın. Ben katılmıyorum.