95 yıllık ömür bir toprağa sığar mı?

13 Ocak Cumartesi sabahına karşı Ziya dedemi kaybettik. 1923 yılında Isparta’da başlayan hayatı Aydın’da sona erdi. Son bir yıldır başlayan hafıza zayıflığı haricinde ciddi bir rahatsızlığı yoktu dedemin, öyle ki her kontrolünde doktorlar “bizden bile sağlıklı” derdi. Onunla hafızası daha da zayıflamadan, 2016 yılında bir video çekimi yapmıştım. Sohbetin sonlarına doğru yorulmuş, bazı anılarını hatırlayamamıştı. O videonun üzerinden on altı ay geçti. Anneannemi on bir yıl önce kaybettiğimiz 14 Ocak 2007 tarihinden bir gün önce 13 Ocak’ta kâğıt üzerinde 95, gerçekte 98 yıllık ömrünü tamamladı dedem. Hasret büyüdüğü annesine, babasına, ölümüne bir türlü alışamadığı anneanneme, peş peşe kaybettiği ve herbirinin mezarını yaptırdığı kardeşlerine kavuştu. Zaten hepimizin bir gün gideceği yerde, yerine yerleşti. Nurlar içinde yatsın.  Continue reading →

Sağ Olana Her Gün Bayram

Bu bayram ilk defa bir çift çorabımız, arasına para sıkıştırılmış beyaz mendilimiz hazır değildi. Doğduğumdan beri görmeye alıştığım ve sanırım onsuz hiç bayram geçirmediğim anneannemsiz ilk bayramdı. O, geleneğin en güzelini istisnasız her bayram devam ettirirdi: Dokuz torunu için bayram mendili ve çorabını önceden hazırlar, bayram sabahları utangaç bir tavırla hediye ederdi. Dedem için zordu… Annem için zordu… Bilseydim anamı son dakikalarında hastaneye götürür müydüm? diyen dayım için de zordu. Sağ olana her gün bayramdı da… En yakınlarını toprağa verip büyük vuslatı bekleyenler için her bayram daha bir zordu.

Anneannemin mezarını ziyaretten sonra şehitlerimizin kabri başındaydık. Hemen hemen birbirine yakın tarihlerde ama Türkiye’nin farklı yerlerinde vatan uğruna canını feda etmiş 8 askerimiz… Aydın’ın toprağında gözlerini açıp, belki de birbirlerini hiç tanımayamadan, aynı vatan uğruna neredeyse aynı tarihlerde şehit düşmüş 8 ana kuzusu… Şehitleri ziyaret edince hissedilen duygu, diğer kabir ziyaretlerinden öylesine farklıymış ki. Garip bir duygusallık, değişik bir hüzün kaplıyor insanın içini. Onlar, o beyaz mermerler içinde şehit düştükleri anki gençlikleriyle dipdiri yatıyorlardı. Bir tanesi benimle aynı yaştaydı. 1981 yılında Aydın’da dünyaya gelmiş, bu hayatta yaşamak ona 23 yıl nasip olmuştu. Mezar taşında iki de fotoğrafı vardı. Hayat dolu, karayağız bir delikanlıymış. İsmi… Ne önemi vardı, bizim için şehit düşmüş bir Mehmetcikti!

Hazır sms’lerle, e.postalarla bayramı kutlamayı tercih edenlere ve Şeker bayramı zihniyetindekilere inat Mübarek Ramazan Bayramının hayırlı geçmesini diliyorum.

3 HAFTA

Telefon artık ölüm’le çalıyor bizim evde…
Babam çok nadir arardı bizi, eskiden telefon çok az kişinin evinde vardı. “Babam arıyor” diye koşa koşa teyzemlere giderdik. Annemle babam az da olsa konuşur, sanki hepimiz babamızla konuşmuşuz gibi içimiz içimize sığmaz şekilde evimize dönerdik. 5 dakikalık telefon görüşmesi 5 saatlik uzun sohbetlerle anlatıla anlatıla bitirilemezdi.

Artık sevmiyorum çalan ev telefonlarını…
Sonra uzakları yakın eden o alet bizim eve de girdi. Sanırdık ki babam artık bizim evin içindeydi. Birgün “ameliyat oluyorum” dedi, annem elinden düşürdü onu. Sonra babam geldi, babam gitti, telefon hep bir anlam kazandı, hep kötü haberler taşıdı, hep bir can sıktı.

İbrahim açtı telefonu “Allah!” dedi, “Anneannem ölmüş!” Bir başka zaman, yine bir başka telefon “Hüseyin’in dedesinin ölüm haberini” taşıdı. Bir zamanların teknoloji harikası, son 10 yıldır ne kadar da az iyi haberlerle çalar olmuştu.

Elim gitmez çalan telefona, açan olmasa da…
Safiye Sultan, onca acının kederin içinde yeni bir sorunla karşı karşıya. Son kez çalan bir telefon, “3 hafta ömrü kalmış” diye fısıldadı fısıldayalı annemim kulağına günlerdir tadı tuzu yok hiçbirimizin. Babam gibi akciğer kanseri olmuş amcası. Babam gibi onu da İzmir Tepecek’e sevk etmişler. Ve belki babamdan biraz daha şanslıymış. Doktorlar babama 3 gün ömür biçmişti, Osman amcamıza 3 hafta…

Ne çok ayrıntı birbiriyle aynı. Çalan telefonlar, verdiği haberler, yaktığı yürekler… Çeşit çeşit fötr şapkalar giyen Osman Amca, 3 hafta sonra olmayacak. Bile bile ölümü beklemek, bizim için ilk değil. Ama ben ölüme bir türlü alışamadım, alışmak da istemedim.

Hastalar sadece eceliyle mi ölür, mesela anneannem?

O, Aydın 80. Yıl Devlet Hastanesi’nde Dahiliye Doktoru. Anneannem vefat ettiği gece hastanenin 3. katındaki servis odasında “80 yaşına gelmiş, ölecek tabi” dememiş, bunun üzerine de ben kendisine “bu cümleyi kurdunuz ya, her yerde yazılıp çizilecekdememişimdir ve bu yazı bu söz üzerine kaleme alınmamıştır.

Çünkü Doktor Bey, acılar içinde kıvranan anneannemi 14 Ocak 2007 akşamı acil serviste yaklaşık 45 dakika bekletmemiş, ona müdahalede gecikmemiştir. Teyzemlerin ısrarı üzerine “yoğun bakımda yer yokdememiş, ağır hastasını normal bir servis odasına alma gibi bir yanlışa düşmemiştir. Anneannem onca koşuşturmanın arasında hemşirenin kendisine serumu takmaya çalıştığı anda vefat etmemiştir. Bütün bunların anneannemin ölümüyle hiçbir ilgisi yoktur; O, tamamen eceliyle ölmüştür.

Doktor Bey, 8 Ocak Pazartesi akşamı özel muayenehanesinde “hastayı getirmenize gerek yokdememiş, anneannemi görmeden sadece onun tahlil sonuçlarına bakarak ertesi gün hasteneye yatırılmasına karar vermemiştir. Üstelik hastayı görmediği halde 80 YTL muayene ücreti alma gibi bir hatayı asla yapmamıştır.

Yaşanan bu olaydan sonra Doktor Bey ile ilgili hasta ve hasta yakınlarından hiçbir şikayet duyulmamıştır.

Doktorların asla yanlış/eksik müdahalesi söz konusu değildir. Hastalar tamamen eceliyle ölürler. Bütün bu yazılanlar da YALAN’dır ama ne var ki ölüm GERÇEK’tir.

ÖLÜM ÇOK AĞIR…

Ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet,

Ölüm çok ağır Allahım

Ölüm çok ağır, affet.

[musalla taşında açan gül, Hüseyin Atlansoy]

15 Ocak 2007 Pazartesi. Saat 14:00 sıraları. Yirmi beş yıldır arada bir uğradığım, yakınından geçtiğim Tellidede Mezarlığı’nın insanı kendinden geçiren ağaçlı yolunda ilk defa kendi kanımdan biriyle son kez vedalaşmak için yürüyorum. Bahtiyar Amcam, sağlı sollu uzanan mezarları gösterip: “İnsanlar 70-80 yıl yaşıyorlar ama 100-200 yıllık mezarlarda yatıyorlar” diyor usulca. Dünyada geçirdiğin vakitten kat be kat fazlasını geçiriyorsun kara toprağın altında. Birileri gelsin de ruhuna Fatiha okusun diye yol gözlüyorsun. Ama sanki gerçek özgürlüğüne bedenin hapsinden kurtulunca kavuşabiliyorsun. Tıpkı, seksen üç yıllık ömrü gurbetlerde, ana-baba, kardeş hasretiyle geçen anneannem gibi…

Anneanemim yeşil gözlerinin bu yalan dünyaya kapanmasının üzerinden altı gece geçti. Teyzemler, dayımlar, torunlar hepimiz dedemin yanında yatıp kalkıyoruz, ev sessizliğe bürünmesin, karanlığa gömülmesin diye. Her gün ev, başsağlığı için gelenlerle dolup dolup boşalıyor. Ama bunca insana, evin içinde dolaşan onca nefese rağmen dedem, gizliden gizliye anneannemin soluğunu arıyor namazlarını kıldığı her zamanki seccadesinin üzerinde. O gün bu gündür akşamın hep aynı saatinde sessizce odasına çekiliyor dedem ve işte o zaman acılarıyla başbaşa kalıp kimbilir neler konuşuyor anneannemle…

Yaşamla Ölüm Arasında

Ne bir söz, ne bir sözcük… Son haftalardır hele ki bugün yaşananları anlatmaya yetmez. Herkes bir arada. Anneannem acılar içinde. Annem gözyaşları içinde. Bu hayat öyle tuhaf ki… Annem bir tarafta yavruları için seksen yıl boyunca ızdırap çekmiş ana’sının ağır hastalığı yüzünden yanıp tutuşuyor; diğer taraftan da kendi yavrularının sınavlarını, karınlarını doyurup doyurmadıklarıyla meşgul oluyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Babamın başında üç gün üç gece göz yaşı döken annem, kendisini doğurup büyüten annesinin başucunda dualar ediyor bugün.

Yarın finaller başlıyor. Annem zorla eve gönderdi beni. Sıkı sıkı tembih etti, hiçbir şeyi düşünmemem, derslerime çalışmam için. Oysa şu an, bu dünya ile ilgili her şey bana öylesine boş ve anlamsız geliyor ki.

Okuduklarım girmiyor aklıma. Bugün karşılaştığım manzara, anneannemin acılar içindeki hali unutulacak gibi değil. Gözümü açtığımdan beri birlikte yaşadığım koca bir çınar, o yemyeşil gözler söndü sönecek…

Bu yazıyı her kim okursa okusun, vakit varken “bir fırsatını bulup değil”, derhal bir fırsat yaratıp, gitsin sarılsın anasına, babasına, kardeşine, hayatında sevdiği kim varsa…