PENGUEN’in ATATÜRK Esprisi

Malezya, Türkiye hakkında ne düşünüyor acaba? Türk haber bültenlerini seyrettikçe haklarında söylenilenleri, yapılan yorumları duydukça gücenmiyorlar mı? Onlar da bizim aksimize “Malezya, Türkiye olabilir mi?” diye tartışmalar yapıp “Ah keşke” diye iç geçirmiyorlar mı? Neredeyse bütün köşe yazarlarının yerden yere vurduğu bu ülke, bütün bu yazılıp çizilenlere karşılık neden protestoda bulunmuyor ya da bunları savaş sebebi saymıyor :) Düşünsenize İsviçre’de ya da Fransa’da “Biz Türkiye gibi olur muyuz?” korkusu yaşandığını ve bütün aydın kesimin bununla yatıp kalktığını.

Söz Malezya’dan açıldı, çünkü özellikle giriş bunu gerektiriyordu. Son iki haftadır büyük keyif alarak okuduğum mizah dergisi PENGUEN‘in 4 Ekim’de piyasaya çıkan yeni sayısında gündemlik güncel bir espri vardı da altındaki imza bu hafif espriye malzeme edilemeyecek kadar ağır bir isimdi. Derginin 3. sayfasındaki “Okuma Parçası” başlıklı bölümde adı soyadı küçük harflerle yazılmış Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin haftalardır tartıştığı konuda bakın ne demiş: “ben size malezya olamazsınız demedim, adam olamazsınız dedim

Espiri güncel… Ama her önüne gelen her istediği cümlenin altına Atatürk’ün adını yazabilir mi? Üstelik -format gereği bile olsa- bu özel ismin baş harflerini küçük temel harflerle işleyebilir mi? Bu, Atatürk adına espri yapmak mıdır, Atatürk’ü kullanmak mıdır, yoksa tamamen masumane bir “espri olsun işte” midir? PENGUEN bütün sayılarında gündemdeki her konuyu ti’ye alıp, altına da her seferinde küçük harflerle Mustafa Kemal Atatürk yazmaya devam etse… hatta PENGUEN yazarları “Atatürk’ün ağzından en güzel espriyi ben yazdım, ülkenin kötü gidişatı üzerine Atatürk’ü en iyi ben konuşturttum” diye birbirleriyle yarışa girmeye başlasa… Mahalle baskısı alsa yürüse, ders kitapları da Atatürk’e ait olmayan espri ve özdeyişlerle dolsa… Çok mu abarttım acaba. Yadırgadım da o yüzdendir. PENGUENciler mutlaka mantıklı bir açıklama yapacaktır bu konuda.

İMDAT, TEKNOLOJİ!

Her şey televizyonun başının altından çıktı. Evlere bir girdi, ne saygı kaldı ne sevgi. Baş köşeye kurulduğu yetmedi; kadını kocasına, kaynanayı gelinine karşı kışkırttı. “Hey sen çocuk!” dedi, “boş ver annenle babanın söylediklerini, benim sözümü dinle!”Cep telefonuyla konuştukça yalnızlaşmıyor muyuz? Cepten mesajlaştıkça yalnızlığa itilmiyor muyuz?

Messenger, Skype, Gtalk, ICQ kullandıkça yalnızlaşmıyor muyuz? E.posta yazdıkça yalnızlığa itilmiyor muyuz?

70 ekranı, plazması, LCD’siyle televizyonlar; uydusu, Digiturk’u, d-samrt’ıyla kanallar; webcamıyla, mikrofonuyla, milyonlarca sitesiyle internet; hatlısı hatsızı, 10 dakikası 2 kontörüyle, 250 kontöre 100 sms hediyesiyle GSM operatörleri; kameralısı, WAP’lısı, GPRS’lisi, bluetooth’lusu, “canı sıkılan bir adam”ıyla cep telefonları hepten koparmıyor mu bizi hayattan, kalabalıklardan, sevdiklerimizden. Uzakları bu kadar yakın etmek, her şeye ve herkese böylesine ulaşılabiliyor olmak büyük bir kolaylık, akıl almaz bir nimet midir acaba…

Geçen Pazar önce Harun geldi Manisa‘dan. Çok şaşırdım ve mutlu oldum. Akşamları telefonda konuştuğumuzdan daha çok konuştuk. Sonra Mutlu geldi İzmir‘den. Arka arkaya iki sürpriz. İnternette yazışmalar kısırdı Mutlu’yla. Yüz yüze öyle çok sohbet ettik ki. Aynı günün üçüncü sürprizi Mehmet‘ti. Fransa‘dan tatile gelmişti. Mehmet’le internet teknolojisi bile buluşturamıyordu bizi. Yılların hasretini giderdik. Bunu ne sms’ler, ne e.postalar ne de webcamlar yapabilirdi.