Geçen hafta yarım bıraktığım yazıya devam etmeden önce güzel bir haber vereyim. Talim Terbiye Kurulunun onayıyla 2017 – 2018 Eğitim Öğretim yılında Lise 9. sınıfların Türk Edebiyatı kitaplarındaki Blog konusu içinde “2015 Günlüğü – 2016 Hedefleri” yazımla yer alacağım. Blog yazarlığının lise ders müfredatlarına girdiğini ardından üniversitelerin ilgili bölümlerinde de konu olarak işlenmeye başladığını daha önce paylaşmıştım. Ankara’da Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapan Yavuz Mahmut Sürmeli Bey Ocak 2016’da bana ulaşarak 9. sınıflar için hazırlanan edebiyat kitabının Blog konusunda yukarıda paylaştığım yazıma yer vermek istediklerini iletmişti. Türkiye’de blog ve blog yazarlığı kültürünün -özellikle yeni nesilde- yerleşmesi / gelişmesi gerektiğine dair inancım, blogların ders kitaplarına kadar girmesiyle daha da güçlendi. Continue reading →
Tag / izmir
En İyi Evren, Henüz Keşfedilmemiş Evren’dir!
Merhaba ben Evren.
Az sonra okuyacağınız cümleler, uzun bir sürecin sonunda o çok sevdiğim Haziran ayında bu blogda ilk defa yayımlanıyor.
Sadece dünyaya geldiğim ay değil, ruhumun en güzel mevsimi, yüreğimin en çok ısındığı Haziran, aynı zamanda Şems’in Mevlana önünde yıkılıp karşı kıtaya savruluşunun yıl dönümü!
Takvimler, sonbaharın aşk dolu ayını, 2013 Eylül’ünü gösteriyor. Tam da İzmir’in düşman işgalinden kurtuluş günü, 9 Eylül! Belki de hiçbiriniz o güne kadar bana karşı bu denli cesur ve gerçek yaklaşamamıştınız.
Sen zalim bir insansın Evren.
Hırsın, öfkenin; insanın ahlakını değiştirmesine izin vermemenin erdemine inanırım. Kelimelerin gücünü, istenilirse ne kadar zehirli, kıyıcı, mahvedici olduğunu, üstelik bunun en alasını, en acıtanını yapabileceğimi bilen biri olarak hiçbir şey için hiç kimseyi kırıp dökmeye değmeyeceğine bütün kalbimle inanırım.
Ama sen zalim bir insansın Evren.
Kimilerine göre ‘Aşk’ kimilerine göre de bu ‘Dostluk’ niye bitti biliyor musun?
Senin ikili ilişkilerde vazgeçemediğin iktidar tutkusuyla, gücünü sınamak için icat ettiğin oyunlarına geldiğim için değil. Orta sınıf ahlakıyla yetişenlerin çok iyi bildiği o vefa duygusuyla, bana benzemeyeni de sevebilmeyi, anlayabilmeyi değerli addederek, kıştan beridir sürüklediğim bu arkadaşlıkta hep içime sinmeyen, önceleri adını koyamadığım, içten içe hep rahatsızlık veren tuhaf bir sezginin; sonunda, bana rağmen pembe balonu patlatması yüzünden.
Sen en büyük harfler, en iri kelimeler ve büyük kahkahalarla gereğinden fazla sevgiden, iyilikten, dostluktan, sadakatten bahsederken çıkardığın gürültünün bana, hiç durmadan babamın, ‘İnsan en fazla kendinde olmayandan söz eder’ cümlesini hatırlatmasına engel olamadığım için. Sonunda bir reklam filmi hizmetine sunulan o kocaman kahkahayı, bir türlü sahici bir gülüşe benzetemediğim, insanın içine neşe yerine niye korku saldığını bir türlü keşfedemediğim için.
Benim hiç kimseyi kandırmaya kalkışmayacak kadar akıllı ve saygılı biri olduğumu unuttuğun için. Son olarak ‘zalimin meclisinde oturan da zalimdir.’ Zalimin meclisinde oturmak istemediğim için.
Bunları neden yazdığımı daha iyi anlayabilmen için küçük bir hikaye ile tamamlıyorum yazımı:
Bir leylek, kendine yuva yapmak için yer arar. Epey bir bakındıktan sonra pek ünlü bir alimin evinin bacasına yapar yuvasını, hem de bir şeyler öğrenirim diyerek. Bunu gören alim, ‘Vay sen benim bacama nasıl yuva yaparsın’ diyerek, büyük bir hiddetle, taş ve sopayla saldırır leyleğe. Leylek zar zor canını kurtarır ama kaçarken isabet eden taşlarla bir bacağı kırılır. Leylek adalete inanır; mahkemeye verir alimi ve kazanır davayı. Kadı, alimin de bir bacağının kırılmasına karar verir. Leylek itiraz eder hemen; ‘Aman Kadı efendi, lütfen ayağını kırmayın, kavuğunu alın yeter’ der. Kadı sorar ‘Neden?’; Leylek cevap verir: ‘Kavuğunu alın ki başkaları da zalimi alim sanıp kırılmasın.’
Aşk dolu yüreğimin incisi şehrin Eylül’ünde kavuğu elinden alınmış bir alim gibi beş ay süren o yolculuk sadece beni değil hepimizi büyüttü. Kâinat keşfedildikçe büyürken Evren, öğrenildikçe terk edilen küçük bir gezegene dönüştü. 2014’ün Sevgililer gününde önüme serilen bu cümleler ortada ne İzmir bıraktı ne de İstanbul. Hepimiz bu gerçeklerle yüzleştik, hep bir ağızdan ‘Aşk hak getire!’ dedik :
”Kendimi de koysam ayağımın altına
yine de yetişemiyorum ey aşk, omzunun hizasına!”
Şimdi ardımızda kalan ne? ”Aşk” olmuş olsaydı da yetişemeden kurumuş, solmuş olsaydı… Belki yine rahat eder, huzur bulurdu içimizde bi’ yerler. Fakat hastasının gözlerine bakamadan en mahçup tavrıyla ölümü anan hekim gibi kalbimiz. Başını kaldır da söyle, bak gözlerime: ”Ve ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle..”
Bilemiyoruz kabahati nerelerde arasak? Bozulan dünyada mı parada mı pulda mı? Yok, değil hiçbirinde. Kabahat yalnızca bizde. Çünkü şairin dediği gibi çoğu şey bedava. Su da hava da… Hatta ”Nasılsın?” diyebilmek de bedava. Hatır sorabilmek, gülmek, sevmek ve ince olan ne varsa bedava. Ama birini kırgın bırakmanın pahası sığmaz hiçbir cüzdana. Onun ederi, onun tamiri, o bambaşka. ‘‘Düşüyor içime dipsiz bir kova / yaşamak ne zor kalbi olana.”
Zor, onca karanlığın ardından güneşi beklemek. Öyle zor ki tam güneş doğarken uykuya yenilmek. Hayata yenilmek sonra, sonra sana. Böyle miydi kalanın kaderi? Hani giden hep Şems’ti? ”Ah unufak olsam ve desem ki / ağzın tat görmesin hayat, kandırdın beni.”
”Acıyan bir şeyim ben / buradan çok uzaklarda / ve koskocaman bir hansın sen, uğraşma bu çocukla!” Vurma bizi hevesimizden bi’ daha. Dediğin gibi “Çünkü bu çok saçma…”
Ne üzüyor biliyor musun? Birinin üzerine yük, sırtına kambur olmak. En acısı aşka mâl olmak. Sığamamak bi’ yere.. Ekstra masraflardan değil, küçük hesaplardan geldik bu hale.. Oysa ne tuhaf, bi’ feribot dumanı bi’ karton süt değerinde.. Ve bi’ kuru simitle doyardık biz, martılar bile.. ”Nasıl da paylaşıyor insan isterse..” Biz ki son yara bandımızı paylaşmıştık seninle.. Elimiz mahkum müracaat ediyoruz şiire.. Ne diyordu şair? “Yara bandı dağıtıyorum / İptal edilen biletler yerine.”
…
Böyle bir şeyler yazdırmıştı gidişin bundan beş ay önce bana. Beş gün değil beş ay!
Kolay bir hayat yaşamadığını bilmiyor değildim ki. Eğer bir kötü günden bahsetmemiz gerekiyorsa geçtiğimiz beş ayı konuşmak gerekir ki ne yazsam boş. Keşke birazcık müsaade etseydin bana, keşke birazcık açsaydın kendini, seni sevmeme engel olmasaydın keşke. Keşke ‘biz’ olabilseydik. Böyle demiştin bir yazında; ”Senden bir adım önde ya da arkada olmak değil, seninle yan yana olabilmek mesele.” İşte biz bunu yapamadık.. Çok az, azıcık izin versen o küçük evreni kocaman bir sevgiyle doldurmak üzere şahlanmıştım ben. Ama elimi öyle bir anda öyle bir cümleyle bıraktın ki o eylül sabahı yere düşen bir porselen tabak gibi tuz buz oldu kalbim, o sesi işittim.
Seni severken ‘Evren başka bir adam, onun yüreği çok güzel ve bu da bizim en büyük servetimizdir’ diyerek sevdim. İstanbul’un serin bir Mayıs vaktinde bana doğru gülümseyerek gelen o adam bir ömür hep öyle gülebilsin yeterdi. Dedim Evren, bunların hepsini söyleyebildim.. Her ne ise artık sen doğrusunu bilirsin.. Olan oldu, birbirimizde güzel kalalım isterim.
Usulca, “Yaşadığın hayal kırıklıklarını tahmin edebiliyorum. Dikkat et ‘yaşattığım’ demiyorum!” diye not düştüm. İliştirmedim o notu hiçbir yere. Bunca zalim, bu denli gaddar addedilirken içimde yıkılan evrenleri nasıl anlatabilirdim ki? “Koca bir kâinat çöküyor, heyhat!” desem kime inandırabilirdim ki? Belki de bu yüzden tam bir yıl sonra yine bir İstanbul mayısında ‘Geri Dönüş’ün önünde dizlerimin üzerine çöküp teslim olmam gerekiyordu:
Kaç kez düşündüm bilmiyorum, sen mi yanlıştın yoksa ben mi yanlış yapmıştım.
Sonra baktım dedim ki bu dostluk hiç İstanbul’a has değil çıkarsız, naif
Bekli de İstanbul’a fazlaydık sırf bu sebeple
Bir avuç dostum vardı
Bazıları doğuştan mirastı, bazıları sonradan
Şimdi hakikaten bir dosta ihtiyacım var, saatlerce sıkılmadan konuşacağım ama
Özrümü en iyi bildiğim dilden şiirden anla diye yazıyorum.
Eğer sen de düşündüysen bir kere olsun bu hikâye niçin böyle bitti
Devamını birlikte yazmaya ne dersin?
Ah çocuk! Sen miydin uzatıp da tutulmayan ellerimden tutmak için geri dönen? Ben böyle can’a kurban olayım, öpüp koklayayım, sarıp sarmalayayım derken ben mi sana ağabeylik edemedim? Sen mi kardeşlik nedir, beceremedin? Ah dost! Mevlana da Şems karşısına ilk çıktığında ona nasıl dostluk edeceğini bilememişti ya; ben mi sana dostluk edemedim? Ah sevgili! Mecnun, Leyla’sına kavuştuğunda yaşadığı hayal kırıklığını sen bende yaşama istedim; ben mi sana sevgili olamadım? Sonra, sükût edip otururken yerimde bütün o parçaların gün gelip birleşeceğini biliyordum. Yaşadığım doğum sancılarına şahitsen sen de bilirsin; yüreğine dokunamadığım insanın gözleri önünde satır satır ölmek, böyle olsa gerek:
Sana şunu söylemeden edemeyeceğim ve de söyledikten sonra ebediyen başka da hiçbir şey söylemeyeceğim. En başından beri değil ama son zamanlarda aklıma seninle ilgili gelen ilk düşünce ‘çok kaba ve nezaketsiz’ olduğun! Kendimi haksız çıkarmak adına yaptığım bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. İyi bir insan olduğunu hâlâ düşünüyorum, zira fazlasıyla iyi bir insansın. Seni bulduğum yerde bırakmıyorum, aksine daha iyi yerlerde olmanı diliyorum. Ama defalarca arkadaşça yardım etme çabalarıma gösterdiğin kabalıktan ötürü tüm kapılarımı kapatıyorum.
Bedeni ve yüreği Egeli biri nasıl kaba olunur, pek beceremez. Yûnus ile Rûmi’yle yoğrulan bir ruh, Aşk’ı nasıl beceremez, bilinmez. Uzatılan el, sımsıkı kavranmıyor; dost, aşk’la kucaklanmıyorsa beni bulduğunuz yerde bırakın. Belki de ‘en iyi Evren, henüz keşfedilmemiş Evren’dir’. Belki de ‘asıl sevdiğiniz Evren, blogdaki Evren’dir.’
Ve yine o çok sevdiğim Haziran… 1 Haziran 2014
Her bir cümleden kendine pay çıkarabilen insan; sözüm ne sana ne ona ne de bir başkasına. Okuduğun bunca yazı, Evren’in Evren’le yüzleşmesidir. Hakîkati bulmak istiyorsan beni hakîkaten yalnız bırak. Ben sana kendi kitabımdan cümleler okuyup sorular soruyorken sen bana başka bir kitaptan cevaplar sıralıyorsan boşa zaman kaybediyoruz. ‘Aradığın ben değilim’ sözüyle ‘Aradığın bende değil’ sözü arasındaki fark ne büyük bir fark. Dokunduğumda hissettiğim şey, bana baktığında göremediğin şey! Ben bir çocuğun dünyasında ona yeni bir oyun alanı kurarken sen kendi oyuncaklarınla oynayıp beni umursamamayı seçtiysen şimdi hepimiz bu yazıyı baştan sona bir kez daha okuyoruz.
Öyle ki şeytan detaylarda, Evren satır aralarında gizli!
+ Sosyal Ağlarda Takip Et
Bir Savaş Bir Fetih Doğurdu
Birkaç yıl önceki fotoğraflarına baktığım zaman ağlamaklı oldum ve kapattım hemen albümü. Seni özleyecek olmaktan ve yine üşümekten korktum.
Ben soğuğu sevmiyorum; savaşı sevmiyorum. Aydın’a sığamayıp İzmir’e sığınamamanın faturasını İstanbul biletiyle ödemek istemiyorum. Bir savaş, bir fetih doğursun değildi amacım. “Ben İzmir’de yaşamak, İstanbul’da yaşlanmak istiyorum.“ derken samimiydim.
Aydın’a her zaman kar yağmaz ama gidersem en çok kendimi özlerim.
facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni ] RSS abonelik
2011 Sosyal Medya İletileri
Aşağıdaki yazılar, facebook’evreni ve twitter’evreni profilleri ile Windows Live‘da 2011 yılında yazdığım iletilerden oluşuyor. Bu iletileri derlerken, 1 yıllık bir geriye gidiş de yaşamış oldum. Aşağıdaki 2011 iletilerinde benimle ilgili pek çok konuda daha fazla ipucu bulunduğunu düşünüyorum. Hem beni sosyal paylaşım sitelerinden değil de sadece buradan takip edenler için bu paylaşımın farklı bir anlam taşıyacağını düşünüyorum. Belki de bazı olaylara karşı neler hissettiğime ilk kez şahit olacaksınız.
Sürekli huzur için lütfen 1 dakika sükût et be adam! {29 Aralık}
Cuma’da ön saflardan imamın da sağ tarafından bana yer ayırın gençler, biraz geç kalabilirim ;) {23 Aralık}
‘Hakîkaten’ kelimesini seviyorum. {19 Aralık}
Brokoli almaya gittim, yarım saate dönmezsem önce polisi sonra Müge Anlı’yı arayın. {17 Aralık}
Dexter gibisi var mı? Yok ;) {14 Aralık}
Hani her gördüğü fotoğraf makinesinin önüne geçip “beni çek, çek abi beni, beni çek beni beni” diyen tipler vardır ya… Bu tipler fotoğraf çeken herkesi eşi dostu akrabası komşusuymuş da çektiği fotoğrafı hemen akşamında kendisine iletecekmiş gibi anlamsız bir edayla rahatsız ederler ya… İşte yeryüzünde anlam veremediğim 97 insan tipinden biri de bunlardır. {8 Aralık}
Annemin telefon rehberinde “Komşu Nella” niye yazar? Yazıyor madem niye komşu Necla teyzenin adı değiştirilmiyor da inadına “Nella” olarak rehberdeki yerini koruyor? Aslında yeryüzünde adı Nella olan teyzeler var da ben mi bilmiyorum? Annem o telefon rehberindeki ismin değiştirilmemesi konusunda neden bu kadar inatçı ve biri bu durumu gidip Necla Teyzeye ispiyonlayamaz mı? Not: Nella Teyze temsilidir, Nellalar ve Neclalar üzerlerine alınmasınlar. Ya da sallla gitsin ya üstüne alınan alınsın. {8 Aralık}
Evren, ilişki durumunu “bu yaştan sonra bir ilişkim olsa da olur olmasa da olur.” şeklinde güncelledi; facebook anında müdahale etti, twitter da Evren’in hesabını askıya aldı. Ivana Sert’se konu hakkındaki suskunluğunu koruyor. {7 Aralık}
Fotoğraf çekileceğiz diye güzelleşmek için beni yarım saat bekleten Continue reading →
Çok Yordun Beni İzmir!
Meslek danış’ma’nından iş görüş’me’sine, fastfoodcusundan otobüs firrmasına kadar İzmir 2 gündür beni çok yordu. İşini yarım yamalak yapan ama “iş yaptığını sanan“ ne çok insanla karşılaşıyorum şu e-vren dünyasında! Neyse ki koca İzmir’in bana yaşattığı tüm sinir harbi benim minik minik en minik 5. yeğenimle akşam vakti Balçova sırtlarında son buldu ;) Zaten bugün, tam da 4 yıl önce olduğu gibi “İlk Günahkar“ı keşfe çıkmak gerekiyor. Yoksa size Alsancak Kıbrıs Şehitler’deki McDonald’s şubesinde işlerin “İşte Bunu SevMİyorum!“ dedirten işleyişinden uzun uzadıya bahsedebilirdim ;)
—
Atatürk, Bugün Aydın’da!
Ulu Önder Mustafa Kemal, birgün Aydın‘a gitmek istedi ve öyle de yaptı. Ata’nın Aydın’a ayak bastığı gün 80 yıl önce bugündü! 80 yıl önce 3 Şubat 1931‘de saat 10.00’da özel treniyle İzmir’den yola çıkan Atatürk ve heyeti saat 15.00’i gösterdiğinde medeniyetler beşiği Aydın vilayetindeydi. Yukarıdaki fotoğraf, Atatürk 80 yıl önce Aydın’a geldiğinde Aydın tren garında çekildi. O fotoğrafın Aydın’da çekildiğini Aydınlılar da dahil bilen pek azdır ;)
Atatürk Aydın’a aslında ilk kez 1924 yılında geldi. Vefatına kadar da 1930, 1931 ve 1937 yıllarında olmak üzere üç kez daha Aydın’ı ziyaret etti. Biz Aydınlıların her yıl kutladığımız ve bugün de 80. yılını kutladığımız Ata’nın ziyareti 3 Şubat 1931 yılındaki “Büyük Ege Gezisi” kapsamında gerçekleştirdiği 2. ziyareti oluyor. Aydın, Kurtuluş Savaşı’nın en önemli, en sağlam cephelerinden biriydi ve Mustafa Kemal Paşa da Aydın’daki savunmaya büyük hayranlık duymuştu. Üstelik Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından yakın arkadaşlarının Aydın’dan milletvekili olmaları için çaba sarfetmişti.
80 yıl önce Aydın’a doğru yolan çıkan Mustafa Kemal Paşa, özel bir karşılama töreni yapılmamasını emretmesine rağmen 3 saatlik yolculuğu süresinde Ortaklar tren istasyonundan Aydın tren istasyonuna kadar geçtiği her istasyonda halk tarafından durdurulurmuş, büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılanmıştır. Biz Aydınlılar için Ata’nın Aydın’ı şereflendirmesi son derece önemlidir. İşte yıllar önce de bugün de Atatürk’ün Aydın’ı ziyareti büyük bir coşkuyla karşılanır ;)
evrengunlugu.net
2010-2011 dönemindeki yayın süresince Acil İhtiyaç Projesi Vakfı‘nı, AİP Vakfı’nın proje ve çalışmalarını gönüllü olarak desteklemektedir.
e-vren günlüğü’nde İlk Kez Yabancı Bir Blogger
Benim için Matt‘in ilgilendiğim yönü blog yazarlığı. İki ayrı blogunda Türkiye ile ilgili -ki özellikle de denediği Türk yemeği tariflerini- gezip görüp hissettiği pek çok şeyi yazıyor, fotoğraflıyor ve vloglar (video blog) yayımlıyor: {Turkey Time} {Christiein a Year} Türkiye’nin İzmir’den Amerikalılara açılan kişisel bir penceresi Matt’in blogu. Matt’se daha çok çektiğim amatör fotoğraflarla ilgileniyor. Zaten farklı dil ve milliyetlerden iki blogger’ın bir araya gelmesinin en büyük sebebi de bu oldu ;)
Model, fotoğrafçının dilini; fotoğrafçı da modelinin dilini bilmiyor olmasına rağmen ortak dil “fotoğraf”la saatlerce anlaşabildik. Biz buna “ayrı dil aynı fotoğraf“ dedik ;) Matt’e ait 18 fotoğrafa {buradan} ulaşabilirsiniz.
—
facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni ] RSS abonelik
—
evrengunlugu.net
2010-2011 dönemindeki yayın süresince Acil İhtiyaç Projesi Vakfı‘nı, AİP Vakfı’nın proje ve çalışmalarını gönüllü olarak desteklemektedir.