Sen Bilirsin Neydi Oranın Adı?

bu kadar çok susuyorsam

Bu kadar çok susuyorsam İstanbul’u biriktirdiğimdendir.

Bazen yazmamak bazı şeyleri kendime saklıyorum demektir.

Bunu dalgın ama hızlı adımlarla rektörlük binasından (1) içeri girerken de düşünmüştüm. Tüm dalgınlığım güvenlik görevlisinin sesiyle dağılmıştı. “Bu yaşta bu kadar kara kara ne düşünüyorsun!”

Benim o dalgınlığımdan ve güvenliğin ağabeyvari ikazından çok yıllar önce; TRT 3’ün hâlâ heyecanını yaşadığımız dönemler. Yatak odasına bile 37 ekran siyah beyaz Philips televizyonu (2) koyan babam, misafir geldiğinde -hatta gelmeden- oturma odasındaki 55 ekran renkli televizyonu kapatırdı. ‘Televizyon sohbeti engelliyor’ derdi; hoş sohbeti çok severdi. (3)

O da çok susan ve belki de Denizli’yi, Aydın’ı, Viyana’yı (4) içinde biriktiren biriydi. Fırsatım olmadı bunları konuşmaya; zaten vakitte yoktu.

Blogda yazmadığım zaman gerçekten yazmıyorum sanıyor insan. Bir defterim var, sonra gönül satırım var sonsuz; zihnimin ya da gönlümün derinliklerine yazıyorum (dur belki); olamaz mı? Ama bir sözlüğüm yok mesela. Babam ölmeye yakın Almanca – Türkçe sözlüğünün (5) arasına gizli gizli yazmış. Vefat ettikten sonra fark ettik. 3 gün görebildik zaten babamı; hiç konuşamadan 3. gün öldü. Oysa o sözlükte bas bas bağırmış!

Şimdi ben babamın hiç seyretmediği Kanal D’de hayat bir ömür neşe içinde geçecekmiş duygusunu uyandıran reklamlar varken televizyonu kapattım. Kapattım da… hani sohbetlerine doyamadığı dostları babamın? (6)

Çekilmeyen bir fotoğraf varsa o da babamınkidir. Fotoğrafını çekemeyeceğim tek insan. Olsa çeker miydim? Çekerdim, hem de İstanbul’da! Muhtemelen o da büyük bir heyecanla benim arkamdan Safiye Sultan’ı da alır İstanbul’a gelirdi. Sahi babam İstanbul’u hiç görmüş müydü? Avrupa görmüş adam… Elbet İstanbul’a da yolu düşmüştür. (7)

Denizli’yi Aydın’dan çok severdi; köyü (8) ise hepsinden daha çok! Hayali hepimizi evlendirip barklandırıp oraya yerleşmekti. İster miydik? Annem için istemezdik sanırım; bizim memleketimiz doğup büyüdüğümüz Aydın olmuş. Ama şimdi hatta 19 yıldır orada babam, en küçük çocukları olarak anasının babasının yanında yatıyor. (9)

Adnan Menderes Bulvarı’ndan (10) Bey Camii’ne doğru çıkarken sağ taraftayız. Hem güneşli hem de tenha diye her zaman bulvarın o tarafından giderim. Ama sevdiğim her şey karşı taraftadır; aslında kaçtıklarım da… İşte korktuklarından kaçarken sevdiklerinden de uzak kalıyorsun. Tam da bunları konuşuyorduk.

Bir beyin takımına ihtiyacı var her insanın diye hemfikir olduğumuzda İstanbul’un en çekilmez noktalarındaydık. Metro, metrobüs, otobüs keşmekeşinin ortasında Şirinevler’in göbeğinde konuştuk her şeyi: Çok kalabalık her yer ama çok yalnız yüreklerimiz.

(1) Adnan Menderes Ü. Rektörlük Binası; yıl 2006
(2) Philips, bizim ilk tekevizyonumuzdu. Renklisini ve daha büyüğünü alınca Philips yatak odasına taşındı. Annemin koyu kahverengi ceyiz sandığının üzerinde dururdu.
(3) Misafir yokken babam hep futbol maçlarını seyrederdi; hatta sabahlara kadar ne kadar spor programı varsa hepsini takip ederdi. O yüzden yatak odasına da televizyon koyulmasına sevinmiştim. Çünkü ben futboldan çok sıkılırdım. Ama şimdi televizyonda özellikle futbol veya basketbol maçlarını açıyorum. Çok ilginç ama sesi uykumu açıyor ve fotoğraf veya yazıyla meşgulken daha üretken oluyorum. Okan Bayülgen’in programları da aynı etkiyi yapıyor bende. Bunu ayrıca bir yazıda uzun uzadıya yazmam gerek.
(4) Viyana diye genelledim; aslında babam Avusturya’da çalıştığı dönemler Dornbirn ve Bregenz’de durmuş. Ama annem oraya gittiğinde Viyana’yı çok gezmişler; sürekli anlatır. Hatta ben de oradayım; annem bana hamile, doğdum doğacağım yani burnu karnında gezmiş oraları. Fotoğraflarımız bile var.
(5) Sözlüğü hâlâ saklıyoruz, çok kalın. Babam öldükten sonra birkaç parça eşyasıyla birlikte verilmişti. Arasında hastalığının en kötü dönemine dair notlar olduğunu kimse tahmin edememiş herhalde. Sözlüğün yanında kasketi de vardı; bir ara takıyordum. Son günlerinde (son günleri dediysem topu topu 3 gün) giydiği yeşil renkli alt üst takım eşofmanını da az giymedim. Şimdi metrobüste yaşlı teyzelerin sorduğu atkım var, babamdan hatıra kalıp kullandığım. Beyaz yeleği de bende, piposu, pantolon askıları vs.
(6) Aslında o cümleyi birilerine taş atma amacıyla yazmadım. Babam misafirperver, dost canlısı biriydi. O öldüğünden beri o insanlar ortadan kayboldu, 19 yıl önce de garipserdim bu durumu. Biz de mi ölünce dostlar hiç yokmuşçasına… neyse..
(7) Babam, İstanbul’a hiç gitti mi (bu yazıyı İstanbul’da yazıyorum madem ‘İstanbul’a geldi mi?’ demeliyim) sormam lazım birilerine. Şu an çok geç bir saat, bunu sormak için.
(8) Köy, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Çağırgan köyü. Bir dönem beldeydi, yine köy mü oldu emin değilim.
(9) Bu vesileyle babamın ruhuna bir Fatiha okuyup gönderelim.
(10) Aydın’ın “bulvarından başka gezilecek yeri yok” denilen yer; Aydın’da kimi görmek istesen bulvara çıkman yeterli. Cadde boyu yüksek palmiye ağaçlarını gören misafirler genelde çok şaşırır ve beğenir. Oysa palmiyeler bize ilginç gelmez çünkü doğduğumuzdan beri onlar hep vardı.

Birand’a Veda!

M. Ali Birand (1941 – 2013)

Ölümü çok yakınından yaşamış biri olmama rağmen ölümler hâlâ şaşırtıcı ve sarsıcı benim için. Evimizde olmayan ama adeta bizimle yaşayan, yaşça bizden çok büyük olmasına rağmen bizden daha enerji ve hayat dolu olan Birand’ın bir anda ‘yok’ olması insanı ister istemez yaşamı ve ölümü sorgulamaya yöneltiyor. O kadar gerçek ama bir o kadar da yalan olmak… Ölüm şüphesiz bir yok oluş değil, hakîki bir kavuşma.

Bazen hayat duruyor, haber duruyor. Tıpkı Birand’ın vefatının yaşandığı akşam Kanal D ekranlarında olduğu gibi ‘iddia edildiğinin aksine’ şov devam etmiyor! Her ölüm ölen kişiye masumiyet katar, her ölüm çok insanîdir. Ama yok oluş zannettiğimiz ‘var oluş’, çok ilâhî’dir!

Ölüm her kul için Rabbine ‘Bir And’ değil midir zaten? O halde Güle Güle Birand!

 

Futbol Savaşları

Galatasaray‘ın UEFA kupasını aldığı maç, 90 dakika boyunca seyrettiğim tek maçtı. Geçen akşam büyük bir zaferle sonuçlanan Türkiye-Hırvatistan maçı da isteyerek, bilinçli olarak baştan sona seyretitğim ikinci maç oldu. Maç kültürüne pek sıcak bakmayan biri olarak ya milliyetçilik damarım kabardı ya da popüler kültürün etkisi altına girdim. Mehmet AĞAR‘ın Kanal D Anahaber bülteninde söylediği “Futbol Milliyetçiliği” tanımlamasına ve hemen sonrasında Mehmet Ali BİRAND‘ın “turnuvalardan sonra hemen sönen bir milliyetçilik” yorumuna kesinlikle katılıyorum. Türkiye’nin reklamının yapılması, spordan güzel sanatlara kadar her konuda “en iyi olma” mücadelesi elbetteki desteklenmeli, takdir edilmeli. Öyle ki Eurovision şarkı yarışmalarını önemserken, böylesi büyük bir organizasyona katılabilme başarısını göstermiş Türk Milli Takımının maçlarını önemsememek nankörlük olurdu. Belki bu noktada Orhan Pamuk‘un -altında bir bit yeniği aradığım- Nobel Edebiyat Ödülüne olumsuz bakış açımı bile eleştirebilirim. Sertab Erener, Eurovision 1.si olduğunda duyduğumuz gurur ile Galatasaray’ın UEFA kupasını aldığında yaşadığımız onur duygusu arasında bir fark var mıdır? Şüphesiz yok. Kulvarlar hatta sektörler farklı olsa da kazanılan başarı mutlaka Türkiye’nin milyon dolarlarla ölçülemeyen reklamıdır, ülkemizin imajına olumlu bir katkıdır. Türkiye’nin Hırvatistan karşısındaki galibiyetinin sevincini yüreğimde taşıyarak bu satırları yazarken, -her ne kadar bireysel bir başarı- gibi değerlendirsem de Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü neden diğerleri gibi karşılamadığımı da düşündüm. Orhan Pamuk mu yoksa bir Türk yazar mı bu ödülü ald? Dünya o fotoğrafı nasıl algıladı, nasıl yorumladı…

HırWHAT-TÜRKO Savaşı

Abartmak, huyumuzda var. Milletçe çıldırmışken mutevazı değerlendirmeler beklemek pek de akıllıca olmazdı. Ama abarttığımızı düşünüyorum ben yine de. “Viyana kuşatması” tabirine takıldım. 650 yıl önceki Osmanlı askerlerinin heyecanına, çabasına ama buna rağmen hayal kırıklığıyla sonuçlanan mücadelesine gönderme yapılan bu benzetme ne kadar mantıklı? Futbol, modern savaş günümüzde. Artık bu spor dalını böyle görüyorum. Ama Türk tarihinin anlı şanlı mücadeleleri ile bir futbol festivalinin başarısını eşdeğerde görmek bana acımsısızlık gibi geliyor.


Fotoğraflar Kaynak: http://www.euro2008.uefa.com/photos/T=135/gallery.html

Kendime Dönüp Bakmışım

Can Gürzap‘ın “Söz Söyleme ve Diksiyon” kitabını okumaya başlamışım.

Kendimi çok ihmal etmişim. Kirli sakal modundayım. Eski imajıma dönüş söz konusu. Annem de bana bıyık ve sakalın çok yakıştığını söyledi, anneler gününde ona hediye olarak hazırladığımız fotoğraflara bakarken.

Yeni fotoğraf yayınlamama kararı almışım, imajı oturtana kadar. “Eskiden ne kadar yakışıklıydım” dedim, Nesrin Hanım kızdı bana :(

KPSS’ye başvuru için form almışım, ne işime yarayacaksa. Ben KPSS’ye girsem, kadro bana girmeyecek biliyorum. Benden bu develete memur olmaz{mış}

Feriş, Feriş, cancağızım Feriş! Kanal D’de çalışmaya başlamış. Tebrik ettim kendisini. Eller senin için havada :)

Kenan Doğulu, eurovision’da dördüncü ol{muş} -Yalan her yılki gibi ekrana kilitlenmiş durumdaydım- Yerim ben seni My Sugar! Kimler geldi geçti, sen de geçersin. Hazmederiz biz. Tarkan duy sesimizi {dermişim}

17 Mayıs’ın son dakika, en bomba haberiydi: Harun tezkereyi almış, Aydın’a adım atmış. 10 cümlelik duyguların söylenemeyen 3 cümlesi artık özgürsünüz! Büyük buluşma için geri sayım başladı.

O bir Özge, O bir Yerli, üstelik Gök :) MisAfiR KaLeM{LeR}, adlarına yaraşır yazılarla selamlıyor ya her ay bizi; Özge de yüzümü kara çıkarmadı. Okudum okudum mest oldum, yüreğine sağlık dedirtecek bir yazıydı.

TÜRK MUCİT

Perşembe akşamları televizyonun altını üstüne getirme akşamımdır. Okul dersleri bitmiş, haliyle yorucu bir haftayı geride bırakmışımdır. Yine kanallar arasında dolaşırken bu perşembe akşamı, NTV‘nin yeni yarışması Türk Mucit‘in tanıtımlarına denk geldim.

Kanal D‘yi açıyoruz, Dobra Dobra kavga ediliyor, Sabahların Sultanı Seda Sayan‘da dedikodular yapılıyor, öğleden sonra Esra Ceyhan milleti kışkırtıyor. Show Tv‘yi açıyoruz Serap Ezgü bağırıp çağırıyor. ATV‘de ismini hala öğrenemediğim bir bayan Yeter Artık programıyla seyirciye “yeter artık!” dedirtiyor. Popstar Alaturka, şarkı yarışmasından çok Bülent Ablamız ile Armağan eniştemizin aşkı üzerine kurulmuş vaziyette ilerliyor. Buzda Dans‘ta danstan çok kavga ediliyordu. Çok şükür bitti derken Şarkı Söylemek Lazım‘la Türk Milletine yeni bir uyku hapı verildi. Star Tv ne yapacağını şaşırdı; Amerikan askerlerini andıran bir kılıkta “şöhretsiz ünlüleri” Acemi Birliği‘ne soktu. Üstelik bütün bu programları bilmek için yayınlandıkları saatte ekran başında olmak da gerekmiyordu. Türk medyası hizmette sınır tanımıyordu: Ali Kırca üç siyaset haberinden sonra, Mehmet Ali Birand ise ilk flaş haberinde kanallarının dizilerini, sanatçıların olay aşklarını ana haber bültenlerinde ekranlara saçıyordu.

Televizyon yayıncılığının artık geriye dönüşü mümkün olmayan kirlenmesi nereye varacak kestirmek zor. Ne kanal adı ne de yarışma ve tartışma programları saymakla biter. Ama NTV’nin tanıtımlarından ve internet sayfasındaki kısa bilgilendirme yazısından anladığım kadarıyla ilk defa dişe dokunur bir yarışma programı başlıyor. Çünkü onlarTürkiye icadını arıyor! sloganıyla ve Teknoloji harikaları peşinde değiliz. Hayatı kolaylaştıracak orijinal projeler, insanların satın alacağı işler arıyoruz… diyerek son derece iddialı bir şekilde Türk Mucit’i ekranlara getirmeye hazırlanıyorlar.

Yine de en iyisi çok fazla kumandaya dokunmamak, televizyona elimizi verip kolumuzu kaptırmamak. {En azından kendi adıma…}

RAMAZAN’IN ARDINDAN

Ramazan‘ın son sahuru sonrasında yazıyorum bunları. Hayatın nasıl da hızla akıp geçtiğini bir kere daha görüyorum, ilk sahurda yazdığım yazıyı hatırladığımda.

Dün akşam İlknur, Fatih, Deniz, Ozan, kardeşlerim İbrahim ve Ziya ile Deniz’lerin aperatif dükkanında iftar açtık. Deniz’in yaptığı içinde 1 gr bile tavuk eti bulunmayan tavuk göğsü tatlısını :) yedikten sonra cümbür cemaat TABU oynamaya gittik. “Ele başı” kelimesini tahmin etmeye çalışan İlknur, literatürümüze yeni bir tanım kazandırdı: Ele Beyin :) Gece 12’ye kadar da Pınarbaşı’nda çiğdem yiyip, dev satranç taşlarını oynadık. Ve öyle yüz göz olduk ki, bayram boyunca görüşmemeye karar verdik :)

Bu Ramazan, Türk televizyonları başarılı bir sınav verdi diye düşünüyorum. Geçen Ramazanlarda bir anda üzerine ölü toprağı serpilen başta Kanal D, ATV, Show Tv gibi ulusal kanallar sahurda bile canlı yayın programları gerçekleştirdiler. Gerçi Kanal D, Ramazan’ın yarısından itibaren son 4 yıldır yayınladığı Miladdan Önce kalma Türkülü programını sahurda yine pişirip önümüze koymayı ihmal etmedi. Balkanları ve Türkiye’nin hemen hemen her ilini dolaşan Bayrampaşa Belediyesi‘nin Bereket Konvoyu, bu Ramazan’a damgasını vuran en güzel projeydi kuşkusuz. TV 8 ve Show Tv de bu projeyi kusursuz bir şekilde hem iftarda hem sahurda ekranlarımıza taşıdılar. İçeriğiyle en çok ilgi çeken sahur programlarından biri ise şüphesiz her gün ayrı bir sanatçının evine konuk olan Zara‘nın Tanrı Misafiri programıydı. Yalnız oradaki Hoca’yı bir türlü gözüm tutmadı :) Biz ailecek pek güldük hocamıza. Keşke Cübbeli Ahmed Hoca olsaydı yerinde de stand up tadında bir sahur programı seyretseydik :)

Ramazan’ı bereketiyle, ihtişamıyla en fazla yaşayan il İstanbul’da olmak istedim yine bu yıl. İleride Ramazan’ın 3-5 gününü mutlaka İstanbul’da geçirmek istiyorum. Aydın’da ne iftar çadırı açan, ne de insanlarla bütünleşen Aydın Belediyesi başkanı ve personeline de sevgi ve selamlarımı gönderiyorum! Sayelerinde bir Ramazan daha Aydın il sınırlarından sessiz sedasız geçip gitti. Seneye Kurtuluş Şenliklerine katılacak sanatçılara çok fazla para dökmeseler de Ramazan’da fakir fukara için bir iftar çadırı açsalar. Denizli’de üç tane iftar çadırı varmış, bilmem ilgilerini çeker mi?

Onbir Ay’ın Sultanı’nı uğurlarken son sahurun ardından, tez zamanda tekrarını, her geçen yıl ağız tadıyla, daha da coşkulu bir şekilde yaşanmasını diliyorum. Hala daha Mübarek Ramazan Bayramı’nı “şeker bayramı” diye kutlayanların dışında herkesin bayramını kutluyorum.