Karanlıktakiler

Bir iyi bir kötü haberim var. Kitap-lık dergisinin Şubat sayısını almayı yine unuttum, geç hatırladım ve yine bulamadım. 2008 Şubat sayısında askerdeydim, çarşı iznimin büyük bir kısmını koca Elazığ’da Kitap-lık aramakla harcamıştım. 2009 Şubat sayısını da yine dalgınlıkla unutmuştum. Becerebilirsem son üç yılın Şubat sayılarını internetten satın alacağım. YKY Şiir Yıllıklarını neden bu kadar önemsiyorum, bilmiyorum…

İyi haber, Çağan Irmak‘ın son filmi Karanlıktakiler‘i seyrettim. Ekim 2009’da vizyona giren filmi, içimde kocaman bir hüzün, bardağımda sert bir nescafe, üzerimde polar battaniye ve hiç alışık olmadığım ama çok da keyif aldığım tatil perşembenin tadını çıkararak -henüz- seyredebildim.

Çağan Irmak’ı Babam ve Oğlum‘la tanımış, ismini bir daha da unutmamıştım. Ulak ve Yumurta ile Continue reading →

KİTAP-LIK’ın Beklediğim Sayısı

Her yılın Şubat ayını iple çekiyorum çünkü, Kitap-lık dergisi Şubat sayılarında geleneksel olarak Şiir Yıllığı yayınlıyor. Apayrı bir çalışma, bir kitap olarak üstelik. Derginin 100. sayısı bende hayal kırıklığı yaşatsa da Baki Asiltürk, hazırladığı Şiir Yıllı 2006 ile çok iyi bir iş çıkarmış. Kitap-lık’ın 102. sayısında Sabahattin Ali‘nin 100. yaşı sebebiyle özel bir dosya da var.

Bugün Pazar, Kitap-lık için ideal ama geç kalınmış bir okuma günü. Bunun yanı sıra {bu kelime çok karıştırılır bu arada, ayrı yazılacak} pazar pazar ciddi kararlar aldım. Ne de olsa yarın okul açılıyor, yeni bir eğitim dönemi. Dedim ki, artık pazar günleri bilgisayarın yanından bile geçmeyeceğim. İnternete girmeyeceğim, bilgisayara dokunmayacağım. Bunu ileride cumartesi günlerine de yayacağım ve artık hiçbir haftasonu internetin i’sine elime sürmeyeceğim. {Benim için tutması zor bir söz.}

Akşam eve girdiğim gibi cep telefonumu kapatacağım. Geçtiğimiz aylarda bunu başarmıştım. Her başarı takdir edilmez, kızan arkadaşlarımdan biliyorum :) Hele ki, yatarken yatağın baş ucuna koyulan cep telefonlarından midem bulanıyor artık.

Son hafta iki gitar dersini astım. Çok ayıpladım kendimi ama baktım gidesim yok. Öğrenemiyormuşum gibi hissettim. Bir yılgınlık, bir boş vermişlik. Ama bu gün, devam etme kararı aldım. Başladığı işi yarım bırakmak, bana yakışmaz :) Yarın akşam gitar omuzumda, yoldayım yine; hazır Yaprak Dökümü dizi müziğinin üzerinde çalışmaya başlamışken…

Dün öğleden sonra taktım MP3’ü kulağıma, mahallenin etrafında daire çizdim. Yürüdüm yürüdüm ve yürümeyi ne kadar çok özlediğimi fark ettim. Akşam da kuş gibiydim ne güzel. Spor gibisi yok. Yeni ders programım belli olsun, şu düzenli yürüyüşlerin elinden tutacağım yine.

Son yasak kararım. Bunu başarmak benim gibi çay tiryakisi biri için çok zor ama ciddi ciddi kafaya koydum: Akşamları çay içmek yok! Uykusuzluk ve kansızlık yapıyor. Üstelik sinir bir de… Uyku düzenim bozuluyor, yatakta dört dönüyorum. Ne işe yarıyor çay, aslında hiçbir işe.

25. SAAT

Neler olmuş neler bitmiş…Benim sosyo-toplumsal gönüllü arkadaşım Ayben, harika bir yazıyla e-vren günlüğü’nü renklendirdi. Kısa ama öz yazıydı.

Canım kardeşim Hikmet, Şubat’ta MisAfiR KaLeM olarak beni hayrete düşürmeye hazırlanıyor. Edebiyatçılığını konuşturup, fotoğrafları kadar muhteşem bir yazı ortaya çıkardığından hiç şüphem yok.

yunusevren.blogcu.com’da sık sık e-proje yapardım diğer blogcu arkadaşlarla. Umar‘la bu geleneği e-vren günlüğü’nde de başlatmış oldum, bir vesileyle. Özlemişim böyle ortak ürünler ortaya çıkarmayı.

İlkokul öğretmenimin izini buldum. 3-5 güne kadar müjdeli haberi yazacağım ayrıntılarıyla. Ama önce ben bir üzerimdeki şoku atlatayım…

3 haftalık tatile girdim ama gündem epey kabarık:

Sevme Sanatı, Öğretici Ruh, Sıradışı Yaşam Becerileri kitapları bir an evvel okunacak.
Şu Avrupa Birliği Projesine adam gibi bir isim bulunacak :)
İngilizce kursunun ilk 8 ünitesi detaylı bir şekilde tekrar edilecek.
Akşamüzeri sağlıklı yaşam yürüyüşlerine tekrar başlanılacak.
Ziya‘nın arkadaşıyla görüşülüp, gitar kursu için gün belirlenecek.
Spor salonuna gideyim mi gitmeyeyim mi, iyice oturup düşünülecek :)
Okul açılmadan önce bir haftasonu Manisa’ya Harun‘un yanına, bir başka haftasonu da Marmaris’e Mustafa‘nın yanına gidilecek.
Unutma, Şubat sayısında Şiir Antolojisi veren Kitap-lık dergisi alınacak. Hemen bitiyor :(

NE ÇOK KALABALIĞIM

Onca gürültüsüne rağmen İzmir’in sessizliğini yaşayabilmek… Oturup Ege’nin denizinin mavisine karşı, susmak… Yüzbinlerin gürültüsüne sessizlik katmak…

Çok nadir “soluk araları”ndan biri… Dolaşmadığım kitapçı, incelemediğim kitap bırakmadım. Felsefeden medya-iletişime kadar pek çok kitapta gözüm kaldı, isimlerini not ettim şimdilik. Kitap-lık elimde en sevdiğim şeyi yaptım. Hayatımın edebiyat dergisiyle başbaşa denize karşı yine sohbet ettim görünürde ama ben kendimle bir başımaydın aslında. Kitap-lık sadece bir bahane, Evren’i “evren”le başbaşa bırakmaya yarayan bir dosttu. O da bunun farkındaydı ki bana altmış üçüncü sayfasında John Donne’nin şu dizelerini fısıldadı: 

Hiç kimse bir ADA,
Kendi başına bir bütün değildir;
Her insan KITA’nın bir parçası
BÜTÜN’ün bir bölüğüdür

El işaretleriyle konuşan dilsiz iki sevgiliye takıldı gözlerim önce saat kulesinin orada. Sonra üst geçitte kağıt mendil satan ama bir yandan da ders kitabındaki soruların cevaplarını defterine geçiren çocuğu fark ettim. Ne yanından geçip giden kalabalık umurundaydı, ne de önünde satılmayı bekleyen kağıt mendiller…. O an tek umursadığı önündeki dersiydi. Aydın’a dönüşte yanım boş diye bana misafir olan küçük Semih de öyle… Çok kibar çocuktu, kibar da konuşuyordu. Bana altıncı sınıfa gittiğini, Antalya Kaş’ta yaşadığını ve Türkçe dersini çok sevdiğini anlattı tane tane… “Liseye geldiğinde senin edebiyat öğretmenin olurum belki” dedim; “tamam” dedi.

Onca kalabalık şehirden döndüm toprağıma. Gördüm: Ne çok kalabalığım…

SOLUK ARASI

İngilizce kursundaki ikinci quizde 100 almanın rehavetiyle Cuma günkü derste performansım yerlerdeydi. Dalıp dalıp gittim bir yerlere. Bir an evvel gitarımı elime almalıyım dedim durdum. Cumartesimi gitarıma ayırma sözü verdim.

Kurs çıkışı soluğu otobüste aldım. Denizli‘ye gitmeliydim. Uzun bir aradan sonra ilk defa yanımda oturan yolcuyla yol boyunca sohbet ettim. Kitap-lık‘ın 100. sayısı sağolsun :) Celal Bayar Üniversitesi son sınıf öğrencisi koltuk arkadaşımdan çok ilginç bir şey öğrendim: Hocaları derste sigara içiyormuş. Üstelik pek de sıradan bir şeymiş artık bu.

Devlet dairesinden bin beter bir seyahat acentesinden bilet alamayıp kapıyı çarpıp çıktığımda -aslında kapının kendi kendine çarpılası geldi- Suzi, elinde börek malzemeleriyle arkamdan geliyordu. Akşam onun evinde yemekteydik. Saatler süren Aydın’a dönüş bileti alma maceramı Suzi’nin saatler süren tavada börek işkencesi takip etti. Nankörlüğün alemi yok. Benim canım Hülya Avşarım, Suzim, tek izin gününü mutfakta heba etti benim yüzümden. Ellerin dert görmesin BILLAM!

Gecenin 12’si Aydın’a dönüş yolundayım. Arkamda oturan ilaç firmasında çalışan bir delikanlıyla bir zamanlar çiftçilik yapmış orta yaşlarda bir amcanın yol boyu yüksek sesle sohbetlerini dinlemek zorunda kaldım. Delikanlı bütün mesleki sırlarını yeni tanıştığı adama bir bir anlattı. İşe nasıl girdi, ne kadar eğitim aldı, akrabalarında kalıp tanıdık otellerden fatura aldığını, böylece şirketten 1 milyara yakın otel masrafını cebe indirdiğini ayrıntılarıyla öğrendim :) Sonra birbirlerine telefon numaralarını verdiler, çünkü delikanlı orta yaşlı amcanın oğluna kendi ilaç firmasına girmesi için yardım edecekti. Söz verdi, ben şahidim :)

Lütfen yerlere tükürmeyelim, otobüste tesbih çekmeyelim, çekiyorsak da sessiz çekelim, gece yarısı yolculuklarda yanımızdaki arkadaşlarla sessiz sedasız bir sohbet gerçekleştirelim, hangi işi yaparsak yapalım mesleki sırları ulu orta anlatmayalım. Önce kendimize sonra başkalarına saygı duyalım.

YOL MU YANLIŞ, YOLDAŞ MI?

yol

yanlış değildi

 

yoldaştı

yanlış olan

 

 

Böyle yazmış Hulki AKTUNÇ “Galat” isimli şiirinde. Bazen yol da yanlış oluyor, yoldaş kadar. Tercihlerimiz kimi zaman çıkmazlara sürükleyebiliyor bizi. Koca bir “hata” ile yüzleşiyoruz bir anda. Karşılıksız sevdiğimiz -ki gerçekten karşılıksız mı sever insan bunu da bilmiyorum- pek çok fedakarlıkta bulunduğumuz varlık, en küçük bir “hata”da ters yüz edebiliyor bütün yaşanılanları. Lafım sözüm kimseye değil; bu defa kendime! Dün öğrendiğim bir gerçekten dolayı canım sıkıldı epey. Bana acı bir gerçeği “sır” olarak verince denizin kıyısındaki bir “yürek”, ağzımı bıçak açmıyor. [De]şifre hayatımın bir ayrıntısı “şifre”lenemiyor buraya. Yine birçok şey öğrendim, dün gece aldığım ders sayesinde. Sabahı zor ettim. Kızıyorum kendime ama dengem alt üst oldu yine. “Birisi”nin hayatıma müdahelesinin “ızdırabını” henüz silememişken yüreğimden, yeni bir bedel ödemeye kalkıyorum.

En konuşmam gerektiği zamanlardan birinde,

hiç susmadığım kadar susuyorum.

Söz verdim, mavi sulara dalıp giden gözlere…

————
*Hulki Aktunç, Galat, Kitap-lık 98, s.14

DENİZLİ GÜNLÜĞÜ

Salı günü Denizli‘deydim. 10 saatlik misafirliğim boyunca yaşadıklarımı anlatmaya nereden başlasam bilemiyorum. Ama ciddi bir itirafla başlamak istiyorum: Denizli Belediyesi, şehircilik anlamında almış başını gidiyor.

Her yıl Eylül ya da Ekim aylarında sağlık karnelerinin vizelerinin yenilenmesi için soluğu Denizli Bağ-Kur’da alıyoruz. Online sisteme geçiş yapan Bağ-Kur, eskisi gibi 3-4 ayrı resmi kurumu dolaştırmıyor. Gerekli bilgileri kendileri öğrenip yaklaşık 15-20 dakikada işlemi tamamlıyor. Unutmadan, Denizli Bağ-Kur’daki memurların nezaketinden dolayı (hepsine değil tabi) teşekkür ediyorum.

Resmi bir dairedeki işimi bu kadar zahmetsiz halletmenin verdiği mutlulukla eski sınıf arkadaşım/bıllam/Hülya Avşar’ım Suzi‘yi ziyaret ettim, çalıştığı etüd merkezinde. Suzi’yle kız verdip oğlan aldıktan sonra {:)} Ramazan’la birlikte şöyle bir Denizli turu atıp, akşamüzeri Eğitim Fakültesi’nin yanındaki Ramazan sokağına eski ev arkadaşım Ferit‘i görmeye gittim. İftar’ı da sözleştiğimiz üzere Suzi ile başbaşa yaptık. Ve hayatımda ilk defa Güllaç’la müşerref oldum. Son iki haftadır hemen hemen bütün televizyonların anahaber bültenlerinde ballandıra ballandıra anlatılan Güllaç’ı yedikten sonra karar verdim: Ne aşure, ne dondurma… Benim bundan sonra başımın tacı Güllaç’tır :)

Yolları, parkları, sanayisi ve Ramazan sokağıyla belediyenin, halkına duyduğu saygı ortadaydı. 14 Ekim’de de Denizlililer doğal gazla buluşmaya hazırlanıyor. Bizim Aydın Belediyesi‘ne buradan duyurulur: Denizli, Denizli olmuş, Aydın’da 3 parkla sezonu kapattık. Ve Ramazan, 2. haftasında -sözde- panayırla uğrayabildi Aydın’a!

Denizli dönüşünde halk olarak hala “asker uğurlama”yı öğrenemediğimizi acı bir şekilde tecrübe ettik. Genç delikanlıyı askere uğurlayan ailenin, garajda otobüsümüzü oyaladığı ve İstiklal Marşımızı katlettiği yetmediği gibi Sultanhisar’a kadar araçlarıyla sağımızdan solumuzdan girip çıkmalarıyla bizi kazaya sürüklediler. Yolcu almak için durulduğunda da cümbür cemaat araçlarından inen aileye şoför dahil yolcular “bize kaza yaptırmaya mı çalışıyorsunuz?” şeklindeki çıkışmalarına asker ailesinin yanıtı epey garipti: “Bizim içeride canımız var, böyle bir riske girer miyiz?”

Oysa bugün bu yazıyı yazamıyor da olabilirdim, “canlarını” askere uğurlamayı bir türlü beceremeyen “birileri” yüzünden.

Uzun lafın kısası: Tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler. Denizli’nin Ramazan atmosferini soluyup, sevdiklerimi görüp, Kitap-lık ve Türk Edebiyatı dergilerinin Ekim sayılarını alıp, kafamı dağıtmış bir şekilde “canım Aydınıma” geri döndüm.