Rüyayı Yaşamak

Dün Aykut‘la birlikte yağmurda arabayla dolaştık. Arabayı tam Vardar Pastanesi’nin önüne park ediyordu ki keşke bir deniz kenarı olsa da durup onu seyretsek dedim. Birden kendimizi Kuşadası Devlet Hastanesinin hemen altındaki o seyir bölümünde buldum ;) Yağmurlu Aydın gününde yolculuk yapmak bana çok iyi geldi.

Sıkıntılı bir cumartesi günü yol boyu dilimde dualar vardı. Kararsızlıklarımın, tercihlerimin ya da atacağım adımların ne olması gerektiği konusunda bir işarete ihtiyacım vardı. Dönüşte Kızılcaköy’e uğradık. Sanki orada birileri Continue reading →

Amerika’nın Lüks Otel Gemisinde Aydınlı Bir Genç

Şimdi size bence çok başarılı bir gençten bahsetmek istiyorum. Üstelik Aydınlı. e-vren günlüğü’nü Aydın’a geldiği birgün keşfedip takibe başlayan; o gün bu gündür saygıda kusur etmeyen, alakada eksiksiz davranan sevgili Uğur :) O, bana gösterdi ki bir yerlerde birilerinin “oğlu” olurken, birilerinin de abisi olmuşum :)

1987 Aydın doğumlu Uğur CANDAŞ‘ı e-vren günlüğü’ne not düşmemin sebebi Continue reading →

Kuşadası’nda İlk Ramazan

Sanırım ilk defa ilk iftarımızı Aydın dışında yaptık. Ramazan’ın ilk dört günü Kuşadası’ndaydık. Oruçlu oruçlu denizi seyretmek, yüzenleri görüp de yüzümemek tuhaf bir duygu. Her yıl 11 gün geri gelen Ramazan, önümüzdeki yıllarda hepten yaz aylarına denk gelecek ve işte asıl ağır sınav sanki o zaman verilecek. İki gün arka arkaya denizi seyretme şansım oldu. Pazar günü tek başıma yola düşüp gazetemi alıp bugüne kadar keşfetmediğim bir tepeyi keşfedip orada 1 saate yakın bir süre oturdum. Kuşadası Devlet Hastanesi‘nin hemen altında bakımsız ama muhteşem bir manzaraya sahip bir parktaydım bu sabah. Büyük bir turist gemisinin limana yanaşmasını seyrettim dakikalarca. Deniz dalgalı, hava rüzgarlı ancak bir o kadar da yakıcı bir güneş…

Artık akrabadan da öte, anneannemiz yerine saydığımız Huriye Teyzenin evindeyiz. İlk iftarımızı onunla açtık. Ramazan’ın ilk dört gününü beraber geçirdik. Bulunduğu yerde ezanı duymak mümkün değil. Genelde ingiliz komşularla çevrili etrafı. Birkaç Türk komşusu var. Hatta Ramazan Ayına girildiğinden haberi olmayan Türk komşuları bile var… İlk gün imsakiyemiz olmayınca ben ve kardeşlerim Kuşadası’ndaki arkadaşarımızdan yardım istiyoruz :) Ada’ya Ramazan pek uğramamış. Yollarda sigara içenler, yemek yiyenler çoğunlukta. Gözünü turizmle açıp turzimle kapatan bir şehir olmak Ramazan’ı unutmayı gerektiriyor sanki. Birkaç büyük otelin Ramazan geceleri düzenlediğini görüyorum reklam afişlerinde. Sadece otellerde var Ramazan. Şehir büyük bir uykuda sanki. Akşamüzeri Huriye teyzemizi de alıp geri dönüyoruz Aydın’a.

ADA-BİYAT

Ahmet Zeki Muslu‘nun konuşması uzayınca Sina Akyol‘un uykusu geliyor. {ya da bana öyle geliyor.} Yüzünü eliyle kapıyor, başını bir kaldırıp bir indiriyor, arada bir Muslu’nun tarafına bakıp gözlerini kırpıyor. Sol tarafımdaki beyfendi sürekli şikayet durumunda. Herkesle aynı şeyi söylüyor, program kaç dakika sarktı diyor. Arkamdaki diğer beyefendi de Haşim’in Ha’sının uzatılmamasından şikayet ediyor. Ben de dönüp bir tane de Atilla İlhan duydum. diyorum :) Ön koltuklardan sıradışı giyimli iri yarı biri sinirli sinirli kalkıp biz işte hep bu yüzden kaybediyoruz! deyip çıkıp gidiyor. Aynı kişinin 3 defa girip çıktığını gözlemliyorum. Konuşma sırası Halim Yazıcı‘ya gelip de benim metnim 17 sayfacıkdeyince herkeste soğuk duş etkisi yapıyor. Neyse ki şakaymış :) Kuşadası İlçe Halk Kütüphanesi‘nin bahçesinde ayrı bir hava… İçeride sıkılıp dışarıda soluk alanlar var.Bu kadar edebiyat yeter, biraz adayı dolaşmak lazım. 12 günlük ada alışkanlığı büyük bir su kütlesi görmeye sürüklüyor beni. Dev bir gemi yanaşmış Kuşadası Limanı’na. Bir zamanlar kütüphane memurluğu yapan bir bayanla tanışıyorum. Malatyalı’ymış, Ankara’da görev yapmış ve 20 yıldır Kuşadası’nda yaşıyormuş. Buna rağmen hala kendisini Kuşadalı olarak görmüyor. Süs eşyaları sattığı küçük bir dükkanı var. Saat akşamüzerine doğru yaklaşıyor  ancak henüz gemiden hiçbir müşteri alışverişe gelmemiş; çoğu esnafın canı sıkkın.

Annemden telefon geliyor. Haktan yarın İstanbul yolcusu. Onu ve Mustafa‘yı çaya davet etmiş. Saat 16.00’da evde alıyorum soluğu. Teyzeoğlu ve dayıoğlum geliyor. Annem hepinizi en iyi yerlerde görmek istiyorum diye başlıyor 5 çayına. Seda Nur’un lezzetli ikramları karşısında kendimden geçiyorum. Teyzem katılıyor sonra bize. Neredeyse 1 aydır görüşemiyoruz. The Island-Ada projesinde kilo aldığımı iddia ediyor ki haklı :)

DİJİTAL TAZİYECİLER!

Kuşadası‘nda yaşayan kızını görmek için Çorum‘dan yola çıkıyor ismini bilmediğim, sadece bir defa bir bayram ziyaretinde gördüğüm amca. Afyon yakınlarında rahatsızlanıyor ve iniyor arabadan. “İyi değilim” diyor arabayı kullanan yeğenine. Soluğu en yakın hastahanede alıyorlar, oradan üniversite hastanesine sevkediliyor ve doktorlar 4-5 saat muşahade altında tutulması gerektiğini söylüyor. Yoluna devam etmek zorunda kalan yeğenini arıyor sabaha karşı ismini bilmediğim, sadece bir defa gördüğüm amca: Ben öleceğim galiba. Çocuklarıma ve eşime söyle, haklarını helal etsinler…

Feyza ablam, kendisini görmeye gelen babasını Çorum-Aydın yolu arasında kaybediyor ansızın… Hasret dolu baba yüreği, ne kızını görmeye yetişebiliyor ne de geri dönüp ailesiyle görüşebiliyor son defa. Bir başına, garip bir şekilde son nefesini veriyor bambaşka yerlerde… Dün gece Feyza ablanın yanındaydık başsağlığı için.İnsan her şeye alışıyormuş diyor. Allah nasıl bir sabır veriyormuş meğer…

Annenannem vefat edeli 40 günü geçti. 40 gün içinde telefonda ikinci bir defa daha ölüm haberi aldım dün akşam üzeri. Ramazan‘ın anneannesi vefat etmişti. Uzun süredir kanserle mücadele ediyordu. Denizli’ye gitmek için araç ayarlamaya çalıştık ama olmadı. Ramazan’ı aradım hemen başsağlığı için. Telefonu açış şeklinden, ses tonundan anneannesinin ölümünün kendisine henüz haber verilmediğinianladım. Hiçbir şey yokmuş gibi konuştuk telefonda. Görüşme biter bitmez de kardeşlerime ricada bulundum: Sakın Ramazan’ı başsağlığı için aramayın, haberi yok henüz…

Akşam anneannesinin ölümünü öğreniyor Ramazan, bir başsağlığı sms’i yüzünden! Çocuğun içine düştüğü psikolojiyi hepimiz tahmin edebiliyoruzdur sanırım. Anneannemin ölümü sonrası “duygusuzca” atılan cep telefonu mesajları ve epostalara gösterdiğim olumsuz tepkimin haklılığını bu olayla bir kere daha görmüş oldum. Sahte dünyanın sanal dostları, herkesten önce davranıp dijital taziyelerde bulunuyor ve olan ateşin düştüğü yüreğe oluyor!

ÖYLE İŞTE

Evren:

Hayat, onun için hep aynı hayattı. Gün, her zamanki gün… Yaşanan her 24 saatin, geçen diğer 24 saatlerden farkı yoktu. Tıpkı her gün bindiği otobüsün, camdan kayıp giden görüntülerin aynı olması gibi. Birgün, yol boyu bütün düşüncelerini paylaştığı o camda daha önce hiç karşılaşmadığı farklı bir bakış gördü. Kendi maviliği içinde, bir daha asla unutamayacağı gözlere kilitlenip kaldı. Ve kayıp gitti mavi gözlü, sarı saçlı rüya. Mavinin adamı, aynı otobüste, aynı camda ve aynı yolda bir daha göremedi aynı gözleri, inatla aramasına rağmen. Ve hiç tanımadığı sevgiye ulaşamamanın hasreti, binbir harfe döküldü, ilk ve son karşılaşmanın bilmem kaçıncı yılında:

Ne o gözler var bugün yerinde ne de o durak. Aynı yolda farklı otobüsler, farklı yüzler, bambaşka bakışlar… Ne mavi adam, mavi gözleri görebildi bir daha; ne de o gözler mavi adamı… İki saniyelik aşklarına şahit olan hiç kimse de olmadı. Bilinen tek gerçek, geriye kalan bu bin harflik hasret yazısı idi:

M.T. :

Kimse bilmedi, soğuk sabah mahmurluğunun buğuladığı bir şehiriçi otobüs camının, yıllarca izlerini içimden silemediğim bıçak keskinliğindeki bakışlarını gözlerimden ayırdığını. Bilinmedi, bakışların yüreğimi dağladı, geçen zamana karşı durmadan kanadı, kanadı, kanadı… Yaralı yüreğime yeni çizikler atsın da yine kanatsın diye gözlerin; kaç sabah daha aynı otobüse bindiğimi, kimse bilmedi. Ve kaç sabah aynı soğukta tirerken dizlerim, kanayan yaramdı tek tesellim, bilinmedi…

İçime düştüğün o yer anlatır diye, evet yine gelirsin diye kaç gece sabahladım. Bir cigara elimde; kanayan yüreğim, üşüyen dizlerimle kaç gecenin sabah olmasını bekledim, bilmedin… Ve her geçen otobüsün buğulu camında ne çok aradım bakışlarının izini, bilemedin, bilemedim… İlk durakta inseydim, sonra atıp kendimi çiğ düşmüş asfaltın ıslaklığına uçar adımlarla gözlerine gelseydim, bilemedim ve sen de bilmedin. Her sabah ne çok koştum ıslak sokaklarda sana gelirim diye… Neredeydin, bilemedim…

Yazanlar: Evren – M.T.
Balıkçı Kahvesi/16.09.2006/08:30
Fotoğraf: Kuşadası il Halk Kütüphanesi / Çekim: EFE

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni ] RSS abonelik

YENİ BİR…

Bana ait olmayan bir rol biçildi, üzerimde emanet durdu. Gönlümden geçenlerle gönlünden geçenler öyle bir çatıştı ki yirmidört saatlik bir kabus yaşandı. Şimdi buraya yazmadıklarım ömrüm boyunca saklayacağım bir sır olarak kaldı. İki yürek arasında konuşulanlar, koca bir dünyayı yerle bir etti de herkesin duası her şeye rağmen gerçek oldu. Gün gelir, devran döner burada duaların yansıması yazılır elbet…

Üç ay boyunca hazırlanılan yüksek lisans mülakatları fırtına gibi gelip geçti. Yüzlerce üniversite mezunu, gönüllerindeki hayaller, umutlar; dillerindeki dualarla birer birer jüri önünde ter döktü. Moraller bozuldu,umutsuzluğa düşüldü, başlar öne eğildi… Şimdi herkes sustu da, pazartesi açıklanacak sonuçları beklemeye koyuldu.

Dünyadan ilişiğimin kesildiği gecenin sabahında ailemin de ısrarıyla gözümü Kuşadası‘nda açtım. Kardeşim Efe’m karşıladı beni. Bütün gün çağrılara cevap vermedim, mesajları yanıtlamadım, en sonunda telefonumu kapattım. Belma Hanım‘la Öykü Gününe katıldım, İlçe Kütüphanesi’nde şairlerle tanıştım, denizi seyrettim, bol bol yürüdüm ve Ekim ayında e-vren günlüğü’nü MisAfiR KaLeM olarak şereflendirecek dostum, kardeşim Murat‘la sabaha kadar sohbet ettim. Ayrıca Murat’ın birkaç poz fotoğrafını da çektik ki, Ekim’deki muhteşem yazısını o karizmatik tebessümüyle süsleyelim istedik.

Efem’le başbaşa yediğimiz yemekler, sohbetler, yürüyüşler… Belma Hanım’ın beni Öykü Günleri davetlileriyle tanıştırması, şen şakrak sohbetleri… Murat’la klinik nöbetinde başbaşa içtiğimiz çaylar, sabaha kadar ettiğimiz doyumsuz sohbetler, ancak iki dostun yapabildiği paylaşımlar… Bunca gerginliğin üzerine sünger çekti her biri, geçti gitti bütün huzursuzluklar…

Bugün öğleye doğru Aydın’a döndüm kardeşimle. Mülakatların stresinden parmağımda çıkan yaranın kanamasını durduramayınca soluğu acil serviste aldık. Yapılan müdahaleye rağmen durmayan kanama sonucu ikinci bir defa daha acil servisin yolunu tuttuk. İnsanın neresi acıyorsa canı oradadır derler ya, acil servisin insanı ürperten atmosferinde ölüp ölüp dirildim.

Ve anladım ki her şeyden önemlisi insanın kendi sağlığı… Sınav streslerinin, zorla verilmeye çalışılan rollerin, saatlerce süren psikolojik baskının birer faturası bugün ve bugüne kadar yaşadığım rahatsızlıklar. Kalkıp kimse bunun hesabını vermeyecek, insan üzüldüğüyle, yıprandığıyla kalacak. Demek ki güçlüye karşı güçlü olmak durumunda insanoğlu. Ne olursa olsun başı dik olmalı, kilitlenip kalmamalı bir başka bedenin karşısında.