Mevlâna, Türk değil Fars’tır!

mevlanahat

Bugün 30 Eylül 2014. Bundan tam 807 yıl önce Afganistan’ın Belh şehrinde doğan Mevlâna Celâdeddin-i Rûmî, zaman içerisinde kıt’aları aşıp farklı coğrafyalarda yaşam sürse de son durağı Konya’dan bütün dünyaya nurunu saçtı. Yüzyıllardır ışığıyla yer yüzünü aydınlatmaya da devam ediyor.

İzzet Çapa, Hürriyet’teki bugünkü yazısında 807. doğum günü kutlanan Mevlâna’nın Türk olup olmadığı yönündeki tartışmalara ışık tutacak bilgilere yer verdi. Konuyla alakalı olan birçok insan için söz konusu yazıda Murat Bardakçı‘nın ağzından aktarılan bilgiler zaten biliniyor ama Mevlâna’yı galat-ı meşhura dönüşmüş yanlış bilgilerle tanıyanlar için Çapa’nın yazısında değinilen konular son derece aydınlatıcı özellik taşıyor.

Zaman zaman gündeme gelen bir konudur Mevlâna’nın İranlı şair mi yoksa Türk şair mi olduğu. İranlılar, 6 ciltlik Mesnevî’nin tamamının Farsça yazılmış olmasını dayanak göstererek ‘Mevlâna bizimdir’ demektedir. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin ömrünün son dönemini Konya’da yaşamış olması, dünyayı kasıp kavuran Şems-i Tebrizî ile yaşadığı aşkın bu topraklarda hayat bulması ve her şeyden önemlisi Selçuklu kültüründen beslenerek eserlerini yine bu devletin sınırları içerisinde vermesi de bizim en büyük övünç kaynağımızdır.

O halde Mevlâna’nın eserleriyle bize ne anlattığının yanında onun Türk mü, İranlı mı ya da iki kültürden hangisinin edebiyatına ait olup olmadığı konusu çok önemli mi tartışmasının yanında onun hayatına dair bazı önemli detayları bilmekte fayda var.

Mevlâna, 6 Rebiü’l-evvel 604 (30 Eylül 1207) tarihinde Afganistan’daki Horasan bölgesinin Belh şehrinde doğdu. Yaklaşmakta olan Moğol istilasından kaçan Mevlâna’nın ailesi ilk durak olarak Nişâbur’a gitti; sonrasında da Bağdat ve Şam’da bir süre kalıp soluğu Karaman’da aldı. Burada 7 yıl yaşadılar ve Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubâd’ın daveti üzerine başkent Konya’ya gelerek buraya yerleştiler.

Mevlâna Farsça yazdı, Farsça konuştu!

Mevlâna, birkaç Türkçe rubaisi dışında eserlerinin tamamını Farsça yazmış, Konya’da yaşarken bile evinde derdini daha iyi anlatabildiği için Farsça konuşmayı tercih etmiştir. Hatta bu konuda “Türkçe biliyorum ama bir sözü anlatmak için bin söz etmem lazım” demiştir.

Tam da burada Mevlâna’nın şu sözlerini de hatırlatmak gerekir:

“Beni yabancı yerine koymayın ben bu mahalledenim / Ben sizin mahallenizde kendimi arıyorum / Düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim / Hintçe konuşuyorsam da aslım Türk’tür”

Mevlâna bizim şairimiz olamaz!

Çapa, Bardakçı’nın bu konuda kesin bir dille “Mevlâna, Türk değil Fars’tır” dediğini aktarıyor. Konuyla ilgili açıklamalarına “Hz. Mevlâna’nın anadili Farsçadır. Türkiye’de yaşamış bir Fars şairidir. Bir Türkleştirme modası çıkardılar…  Yahu Mevlâna’yı niye Türkleştirmeye çalışıyorsunuz? Yazdıklarına bakın kardeşim, milliyetinden size ne?” sözleriyle devam eden Bardakçı, Mevlâna’nın son yıllarını Konya’da yaşaması, bu şehirde ölmesi ve türbesinin de burada bulunmasından dolayı Türk zannedilmesinin ‘cahillik’ten kaynaklandığının altını çiziyor.

Mevlâna’nın eserlerinin Farsça yazıldığı için İran edebiyatına ait olduğunu söyleyen Bardakçı, “Mevlâna bizim şairimiz olamaz.” vurgusunda bulunuyor. Yazının devamında yıllardır her yerde Mevlana imzasıyla paylaşılan “Ne olursan ol yine gel” sözünün Mevlana’ya ait olmadığı gerçeğine de bir kez daha parmak basılıyor. Bu çağrı elbette Mevlâna Celaleddin-i Rûmî tarafından dile getirildi ama o aslında kendisinden asırlar önce yaşayan mutasavvıf Ebu Said Ebu’l-Hayr‘ın “Gene gel, gene gel! / Her ne olursan ol, gene gel! / Kâfir isen de, Mecûsî isen de, putperest isen de gene gel / Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gene gel!” dizelerini tüm insanlığa aktarmıştı.

Mevlâna’nın düşünürlüğü, edebiyatı ve ilahi aşkı ile yüz yıllardır dünyaya katkıları tartışılamaz. Önemli olan da hangi ırktan geldiği, hangi milliyete mensup olduğundan ziyade bizlere hangi mesajları verdiği. Belki bu yazı Mevlâna’nın Mesnevî’sini alıp okuyan ancak onun aslında Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş hali olduğunu bilmeyenleri aydınlatıcı bir özellik taşır. 

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

Şems-i Tebrizi, Bir Kadını Döverek Öldürebilir mi?

Mevlâna’yı Mevlana yapan güneşi Şems-i Tebrizi, onun üvey kızıyla rızası olmadan evlenecek; şiddet ve hakaretlerle Kimya Hatun’un ölümüne sebep olacaktır. Şems’in bu şekilde tasvir edildiği roman, İran’da yılın romanı ödülünü alırken Türkiye’de de kitabın baskısı tükenecektir. Bazı romanlar hastalıklı bir ruh hali taşıyabilmektedir.

Saide Kuds’un (Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin Hareminden) Kimya Hatun romanını okumaya başladığınızda ilginç bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. Okuduklarınız karşısında şaşkına dönerken Kimya Hatun romanının 2006 Parvin Etesami Edebiyat Ödülünü alarak İran’da yılın romanı seçilmiş olmasına da şaşırıyorsunuz.

Yazar Kuds, romanında Kimya Hatun’un gözünden ve ağzından olayları anlatırken bizim bugüne kadar okuduğumuz veya duyduğumuz Mevlana ve Şems-i Tebrizi’den bambaşka bir profil çiziyor. Aslında romanda yazarın başkalaştırmalarından nasibini en çok Şems almakta. Bilmeyenler varsa Mevlana’yı İran edebiyatı da sahiplenir ve ondan ‘İran şairi’ olarak söz eder; buna delil olarak da 6 ciltlik Mesnevi’nin Farsça yazılmış olmasını gösterir. İşte bu noktada Mevlana’nın ve Şems’in olumsuz yönleriyle ön plana çıkartıldığı bu roman İran’da yılın romanı ödülüne nasıl layık görülmüş, şaşırmamak elde değil.

Roman, Türkiye’de de Sonsuz Kitap etiketiyle Yakamoz Yayınları tarafından yayımlanıyor, öyle ki internet kitap satış sitelerinin çoğunda kitabın (cep boyu da dahil) baskısı tükenmiş; demek ki çok satıyor. Veysel Başçı tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilen romanın dili ne yazık ki hem akıcı hem de sürükleyici değil. Çok fazla yazım yanlışı mevcut. Bu sebeple kitabı bitirmem uzun zaman aldı; oldukça da sıkıldım.

Elif Şafak’ın Aşk romanıyla Saide Kuds’un Kimya Hatun romanını kıyaslamak ne kadar doğru olur emin değilim ama Aşk, hem daha edebi bir dile sahip hem de yalın bir anlatıma. Şems ile Mevlana’nın dostluğu ve aşkı da daha saygılı bir dille aktarılmaya çalışılıyor. Ancak Kimya Hatun’a baktığımızda Şems ile Mevlana’nın arasındaki ilişki daha hastalıklı bir şekilde anlatılıyor; ben böyle bir hisse kapılmış olabilirim.

Romanın en çarpıcı detaylarından biri Şems’le zorla evlendirilen Kimya Hatun’un Şems’ten şiddet ve işkence görmesi. Tarihi karakterleri roman kahramanı olarak seçtiğimizde onların ruhlarını rahatsız etmeyecek bir olay örgüsü, roman kurgusu belirlemek gerektiğini düşünüyorum. Kuds’un Kimya Hatun’un ağzından anlattıkları doğru mudur değil midir araştırmak gerekir ancak sadece okuyan ama araştırmayan birçok insan için Şems, bu romandan sonra Mevlana’yı Mevlana yapan bir güneş değil eşini döven, ona hakaretler yağdıran, kadın düşmanı bir koca olarak bilinecek. Öyle ki romanın sonunda Kimya Hatun, Şems’in gözü dönmüşçesine kendisine saldırması sonucu ölüyor. Bu son, hangi tarihi belgeye dayandırılarak yazılmış; ilginç bir durum. Üstelik romanda Mevlana, Kimya Hatun’un fikrini ve rızasını almadan onu Şems’le evlendirmekle kalmıyor; Şems’in Kimya’ya yaptıklarını kendisiyle paylaşmasına rağmen yaşananlara müdahale etmiyor. Bu da Mevlana’nın şahsına kondurulabilecek bir kurgu, bir yakıştırma olmasa gerek.

Karakterler arasındaki diyaloglardaki yavanlık da romanın yarattığı hayal kırıklıklarından biri. Mevlana ile Şems’in, Şems ile Kimya Hatun’un veya diğer kahramanların birbirleriyle konuşmalarına bakıldığında ince bir ruh, derin bir üslup görmek mümkün olmuyor. Belki de yine burada şuçu çevirmene yükleyebiliriz.

Ayrıca kutsal bir özellik yüklenen tarihi ve edebi şahsiyetlerin merkeze alındığı bir romanda kızların sünnet edilmesinden adet görmesine kadar bazı olayları en ince ayrıntısına kadar anlatması da tartışılması gereken başka bir ayrıntı.

Uzun lafın kısası Saide Kuds, bu romanıyla belki İran kadınlarının neler yaşadıklarını 13. Yüzyılın önemli isimleri Mevlana, üvey kızı Kimya Hatun ve Şems üzerinden anlatmaya çalışmış ama tam olarak neyi amaçlamış anlayamadım.

Her kitap ‘eleştirel bir yaklaşım’ koşuluyla okunmayı hak etmektedir. Kimya Hatun romanını da önce Mevlana’nın hayatıyla ilgili ön bilgi edinerek ve sonra sorgulama ve eleştiri gözlüğünü takarak okumak daha sağlıklı olacaktır.

 En çok buralardayım: Instagram Facebook | Twitter

Eğer Birgün Evlenirsem

Leyla ile Mecnun‘un destansı aşkını okurken insan, kendinden geçer; Ferhat‘ın Şirin için dağları delmiş olmasına hayranlık duyar. Asırlardır insanlara ilham veren, edebi anlatımlarıyla okuyanları büyüleyen bu hikâyelerin gerçekliğine baktığımızda nasıl da büyük acıların ve zorlukların yaşanmışlığıyla ortaya çıktığını görürürüz. Kerem de Mecnun da Ferhat da onca sıkıntıyı çekerken yüz yıllar sonra yüz binlerce insana keyif vereceklerini, aşk adına onların bir şeyler öğreneceklerini hiç hesaba katarlar mıydı? Onların tek derdi bir türlü düzlüğe çıkamayan aşk serüvenleriydi. Oysa şimdi o âşıkların yaşadıkları elimizde süslü ciltleriyle, edebi üsluplarıyla birer kitap, birer eser, kimi zaman da etrafa yapılan birer gösteriş unsuru.

Bu vakitten sonra şunu anladım ki eğer birgün biriyle evlenecek olursam o insanın Mesnev-i Şerif‘i hatmetmiş olmasını isterdim. Mevlâna‘nın ruhunu özümseyebilmiş, Şems-i Tebrizî‘nin görevini anlayabilmiş biri ancak beni huzurlu ve dingin bir yuvanın direği yapabilirdi. Belki o zaman 21. yüzyılın beni korkutan sanal gerçeklikleri arasında sığınabileceğim bir liman buldum diyebilirdim.

Eğer ki olmuyorsa, işte o zaman buna aşk evliliklerinin âhir zamandaki çaresizliği derdim.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Şems-i Tebrizi’nin Tacizi

Babail’de Ölüm İstanbul’da Aşkkitabını okuyarak roman dünyasına girdiğim İskender Pala‘nın ikinci romanı Katre-i Matem, öğrencilerimin İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’ndan hediyesiydi bana. İçinde kaybolduğum divankokan romanlardan biridircinayetin zanlısını bulduran lale soğanının adını taşıyan kitap. Ve 240. sayfasında denilir ki: Âşıkım âşıkım diyorsun ama / Aşktan bir eser görülmelidir / Mesela yoksa vuslata imkân / Dos tolan dolst yoluna ölmelidir.

Kırmızı Pazartesi‘nin heyecan dolu atmosferine saldım kendimi Katre-i Matem’in aydınlanan cinayetinden sonra. Gabriel Garcia Marquez, 1982 nobel edebiyat ödülünü kazandığı Continue reading →

Sendeki Bu Yüreği Hangi evren’e Sığdırayım?

Dilim Sen hayatımda çok azsın dedi; yanlış söyledi. Hayatımda senden çok az var diye Gönlüm düzeltti.

Ey Dost! Sen Tebriz’i olsan, ben Mevlana… Mesnevi’nin 7. cildini yazsam senin Aşkına!” diye yana yakılırken ben; kimbilir sen kaç adım ötelerdeydin? Senden bir adım önde ya da arkada olmak değil, seninle yan yana olabilmek mesele…

Ey Aşk Sultanı’nın Sevdası! Ben sendeki bu yüreği hangi evren’e sığdırayım?

Gel, ben seni 3. ciltte beklerim. Gel, beraber pişelim! Gel, Yedinci Mesnevi‘ye öyle erelim. 

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Bizim Mahalleyi Mehteran Takımı Basarsa

Bu haftasonu mahalleyi uyandırma görevi hangi komşumuzdaysa işini çok ciddiye almış herhalde. Mehteran takımının sebebi bu olabilir mi? Haydin millet, aşka gelin, uyanın, coşun!

İmren ablaya sabah kahvaltısına gidecektik. Evrenler sabah geç kalkar, işimi garantiye alıp evlerinin önüne bir mehteran takımı yollayayım diye mi düşündü acaba?

Sağ bacağımda iki gündür tuhaf bir acı var, markete bile zor gidip geldim. Bu yüzden dayımların erik bahçesine gidemedim. Herkes orada. Ben bütün gün evde…

Garip Hareketi‘ni okumaya devam ediyorum. Bugün Mesnevi‘den hiç bölüm okumadım. İkinci Yeni Olayı kitabına da aylar var sanki. İlk defa iki kitap birden okuyorum, ondandır.

Şaziye‘nin Ankara’da çektiğim fotoğraflarını Flickr‘daki sayfama ekledim. İlk defa e-vren günlüğü facebook‘taki arkadaşlarla sohbet ettim. Çok güzel bir duyguydu. Sizi tanımaktan mutluluk duyuyorum.

Sıfır Dediğimde filmini seyrettik Ziya‘yla. Sonu olmayan, belirsiz biten modern Türk filmleri geleneği bozulmamış. Ama müzikler, görüntü efektleri ve özellikle Oktay Kaynarca‘nın ses tonu muh-te-şem bir hava katıyor filme.

Merak merak içinde kaldığım, seyretmek için can attığım Yumurta, büyük bir hayal kırıklığı yarattı bende. Güzel şeyler yazmak isterdim burada. Ben bir şey anlamadım.

Futbol için “modern savaş” demek pek de yanlış olmaz sanırım. Çek maçından sonra Türkler Tarih Yazdı, Çılgın Türkler, Türk Mucizesi gibi başlık atıyorsa yabancı basın… 1453 İstanbul’un fethinde bile Avrupa böyle değerlendirmemiştir başarımızı eminim. Bu arada Milli Takım maçını sadece insanlar seyrediyor sanırdım. Tek ilgi duyan biz değilmişiz. Gol atınca balkona çıkıp demirlere vurmak da ne oluyor! Sevincin de bir sınırı var değil mi?