Şems-i Tebrizi, Bir Kadını Döverek Öldürebilir mi?

Mevlâna’yı Mevlana yapan güneşi Şems-i Tebrizi, onun üvey kızıyla rızası olmadan evlenecek; şiddet ve hakaretlerle Kimya Hatun’un ölümüne sebep olacaktır. Şems’in bu şekilde tasvir edildiği roman, İran’da yılın romanı ödülünü alırken Türkiye’de de kitabın baskısı tükenecektir. Bazı romanlar hastalıklı bir ruh hali taşıyabilmektedir.

Saide Kuds’un (Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin Hareminden) Kimya Hatun romanını okumaya başladığınızda ilginç bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. Okuduklarınız karşısında şaşkına dönerken Kimya Hatun romanının 2006 Parvin Etesami Edebiyat Ödülünü alarak İran’da yılın romanı seçilmiş olmasına da şaşırıyorsunuz.

Yazar Kuds, romanında Kimya Hatun’un gözünden ve ağzından olayları anlatırken bizim bugüne kadar okuduğumuz veya duyduğumuz Mevlana ve Şems-i Tebrizi’den bambaşka bir profil çiziyor. Aslında romanda yazarın başkalaştırmalarından nasibini en çok Şems almakta. Bilmeyenler varsa Mevlana’yı İran edebiyatı da sahiplenir ve ondan ‘İran şairi’ olarak söz eder; buna delil olarak da 6 ciltlik Mesnevi’nin Farsça yazılmış olmasını gösterir. İşte bu noktada Mevlana’nın ve Şems’in olumsuz yönleriyle ön plana çıkartıldığı bu roman İran’da yılın romanı ödülüne nasıl layık görülmüş, şaşırmamak elde değil.

Roman, Türkiye’de de Sonsuz Kitap etiketiyle Yakamoz Yayınları tarafından yayımlanıyor, öyle ki internet kitap satış sitelerinin çoğunda kitabın (cep boyu da dahil) baskısı tükenmiş; demek ki çok satıyor. Veysel Başçı tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilen romanın dili ne yazık ki hem akıcı hem de sürükleyici değil. Çok fazla yazım yanlışı mevcut. Bu sebeple kitabı bitirmem uzun zaman aldı; oldukça da sıkıldım.

Elif Şafak’ın Aşk romanıyla Saide Kuds’un Kimya Hatun romanını kıyaslamak ne kadar doğru olur emin değilim ama Aşk, hem daha edebi bir dile sahip hem de yalın bir anlatıma. Şems ile Mevlana’nın dostluğu ve aşkı da daha saygılı bir dille aktarılmaya çalışılıyor. Ancak Kimya Hatun’a baktığımızda Şems ile Mevlana’nın arasındaki ilişki daha hastalıklı bir şekilde anlatılıyor; ben böyle bir hisse kapılmış olabilirim.

Romanın en çarpıcı detaylarından biri Şems’le zorla evlendirilen Kimya Hatun’un Şems’ten şiddet ve işkence görmesi. Tarihi karakterleri roman kahramanı olarak seçtiğimizde onların ruhlarını rahatsız etmeyecek bir olay örgüsü, roman kurgusu belirlemek gerektiğini düşünüyorum. Kuds’un Kimya Hatun’un ağzından anlattıkları doğru mudur değil midir araştırmak gerekir ancak sadece okuyan ama araştırmayan birçok insan için Şems, bu romandan sonra Mevlana’yı Mevlana yapan bir güneş değil eşini döven, ona hakaretler yağdıran, kadın düşmanı bir koca olarak bilinecek. Öyle ki romanın sonunda Kimya Hatun, Şems’in gözü dönmüşçesine kendisine saldırması sonucu ölüyor. Bu son, hangi tarihi belgeye dayandırılarak yazılmış; ilginç bir durum. Üstelik romanda Mevlana, Kimya Hatun’un fikrini ve rızasını almadan onu Şems’le evlendirmekle kalmıyor; Şems’in Kimya’ya yaptıklarını kendisiyle paylaşmasına rağmen yaşananlara müdahale etmiyor. Bu da Mevlana’nın şahsına kondurulabilecek bir kurgu, bir yakıştırma olmasa gerek.

Karakterler arasındaki diyaloglardaki yavanlık da romanın yarattığı hayal kırıklıklarından biri. Mevlana ile Şems’in, Şems ile Kimya Hatun’un veya diğer kahramanların birbirleriyle konuşmalarına bakıldığında ince bir ruh, derin bir üslup görmek mümkün olmuyor. Belki de yine burada şuçu çevirmene yükleyebiliriz.

Ayrıca kutsal bir özellik yüklenen tarihi ve edebi şahsiyetlerin merkeze alındığı bir romanda kızların sünnet edilmesinden adet görmesine kadar bazı olayları en ince ayrıntısına kadar anlatması da tartışılması gereken başka bir ayrıntı.

Uzun lafın kısası Saide Kuds, bu romanıyla belki İran kadınlarının neler yaşadıklarını 13. Yüzyılın önemli isimleri Mevlana, üvey kızı Kimya Hatun ve Şems üzerinden anlatmaya çalışmış ama tam olarak neyi amaçlamış anlayamadım.

Her kitap ‘eleştirel bir yaklaşım’ koşuluyla okunmayı hak etmektedir. Kimya Hatun romanını da önce Mevlana’nın hayatıyla ilgili ön bilgi edinerek ve sonra sorgulama ve eleştiri gözlüğünü takarak okumak daha sağlıklı olacaktır.

 En çok buralardayım: Instagram Facebook | Twitter

En İyi Evren, Henüz Keşfedilmemiş Evren’dir!

evrengunlugu.net © 2014

evrengunlugu.net © 2014

Merhaba ben Evren.

Az sonra okuyacağınız cümleler, uzun bir sürecin sonunda o çok sevdiğim Haziran ayında bu blogda ilk defa yayımlanıyor.

Sadece dünyaya geldiğim ay değil, ruhumun en güzel mevsimi, yüreğimin en çok ısındığı Haziran, aynı zamanda Şems’in Mevlana önünde yıkılıp karşı kıtaya savruluşunun yıl dönümü!

Takvimler, sonbaharın aşk dolu ayını, 2013 Eylül’ünü gösteriyor. Tam da İzmir’in düşman işgalinden kurtuluş günü, 9 Eylül! Belki de hiçbiriniz o güne kadar bana karşı bu denli cesur ve gerçek yaklaşamamıştınız.

Sen zalim bir insansın Evren.

Hırsın, öfkenin; insanın ahlakını değiştirmesine izin vermemenin erdemine inanırım. Kelimelerin gücünü, istenilirse ne kadar zehirli, kıyıcı, mahvedici olduğunu, üstelik bunun en alasını, en acıtanını yapabileceğimi bilen biri olarak hiçbir şey için hiç kimseyi kırıp dökmeye değmeyeceğine bütün kalbimle inanırım.

Ama sen zalim bir insansın Evren.

Kimilerine göre ‘Aşk’ kimilerine göre de bu ‘Dostluk’ niye bitti biliyor musun?

Senin ikili ilişkilerde vazgeçemediğin iktidar tutkusuyla, gücünü sınamak için icat ettiğin oyunlarına geldiğim için değil. Orta sınıf ahlakıyla yetişenlerin çok iyi bildiği o vefa duygusuyla, bana benzemeyeni de sevebilmeyi, anlayabilmeyi değerli addederek, kıştan beridir sürüklediğim bu arkadaşlıkta hep içime sinmeyen, önceleri adını koyamadığım, içten içe hep rahatsızlık veren tuhaf bir sezginin; sonunda, bana rağmen pembe balonu patlatması yüzünden.

Sen en büyük harfler, en iri kelimeler ve büyük kahkahalarla gereğinden fazla sevgiden, iyilikten, dostluktan, sadakatten bahsederken çıkardığın gürültünün bana, hiç durmadan babamın, ‘İnsan en fazla kendinde olmayandan söz eder’ cümlesini hatırlatmasına engel olamadığım için. Sonunda bir reklam filmi hizmetine sunulan o kocaman kahkahayı, bir türlü sahici bir gülüşe benzetemediğim, insanın içine neşe yerine niye korku saldığını bir türlü keşfedemediğim için.

Benim hiç kimseyi kandırmaya kalkışmayacak kadar akıllı ve saygılı biri olduğumu unuttuğun için. Son olarak ‘zalimin meclisinde oturan da zalimdir.’ Zalimin meclisinde oturmak istemediğim için.

Bunları neden yazdığımı daha iyi anlayabilmen için küçük bir hikaye ile tamamlıyorum yazımı:

Bir leylek, kendine yuva yapmak için yer arar. Epey bir bakındıktan sonra pek ünlü bir alimin evinin bacasına yapar yuvasını, hem de bir şeyler öğrenirim diyerek. Bunu gören alim, ‘Vay sen benim bacama nasıl yuva yaparsın’ diyerek, büyük bir hiddetle, taş ve sopayla saldırır leyleğe. Leylek zar zor canını kurtarır ama kaçarken isabet eden taşlarla bir bacağı kırılır. Leylek adalete inanır; mahkemeye verir alimi ve kazanır davayı. Kadı, alimin de bir bacağının kırılmasına karar verir. Leylek itiraz eder hemen; ‘Aman Kadı efendi, lütfen ayağını kırmayın, kavuğunu alın yeter’ der. Kadı sorar ‘Neden?’; Leylek cevap verir: ‘Kavuğunu alın ki başkaları da zalimi alim sanıp kırılmasın.’

Aşk dolu yüreğimin incisi şehrin Eylül’ünde kavuğu elinden alınmış bir alim gibi beş ay süren o yolculuk sadece beni değil hepimizi büyüttü. Kâinat keşfedildikçe büyürken Evren, öğrenildikçe terk edilen küçük bir gezegene dönüştü. 2014’ün Sevgililer gününde önüme serilen bu cümleler ortada ne İzmir bıraktı ne de İstanbul. Hepimiz bu gerçeklerle yüzleştik, hep bir ağızdan ‘Aşk hak getire!’ dedik :

”Kendimi de koysam ayağımın altına
yine de yetişemiyorum ey aşk, omzunun hizasına!”

Şimdi ardımızda kalan ne? ”Aşk” olmuş olsaydı da yetişemeden kurumuş, solmuş olsaydı… Belki yine rahat eder, huzur bulurdu içimizde bi’ yerler. Fakat hastasının gözlerine bakamadan en mahçup tavrıyla ölümü anan hekim gibi kalbimiz. Başını kaldır da söyle, bak gözlerime: ”Ve ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle..”

Bilemiyoruz kabahati nerelerde arasak? Bozulan dünyada mı parada mı pulda mı? Yok, değil hiçbirinde. Kabahat yalnızca bizde. Çünkü şairin dediği gibi çoğu şey bedava. Su da hava da… Hatta ”Nasılsın?” diyebilmek de bedava. Hatır sorabilmek, gülmek, sevmek ve ince olan ne varsa bedava. Ama birini kırgın bırakmanın pahası sığmaz hiçbir cüzdana. Onun ederi, onun tamiri, o bambaşka. ‘‘Düşüyor içime dipsiz bir kova / yaşamak ne zor kalbi olana.”

Zor, onca karanlığın ardından güneşi beklemek. Öyle zor ki tam güneş doğarken uykuya yenilmek. Hayata yenilmek sonra, sonra sana. Böyle miydi kalanın kaderi? Hani giden hep Şems’ti? ”Ah unufak olsam ve desem ki / ağzın tat görmesin hayat, kandırdın beni.”

”Acıyan bir şeyim ben / buradan çok uzaklarda / ve koskocaman bir hansın sen, uğraşma bu çocukla!” Vurma bizi hevesimizden bi’ daha. Dediğin gibi “Çünkü bu çok saçma…”

Ne üzüyor biliyor musun? Birinin üzerine yük, sırtına kambur olmak. En acısı aşka mâl olmak. Sığamamak bi’ yere.. Ekstra masraflardan değil, küçük hesaplardan geldik bu hale.. Oysa ne tuhaf, bi’ feribot dumanı bi’ karton süt değerinde.. Ve bi’ kuru simitle doyardık biz, martılar bile.. ”Nasıl da paylaşıyor insan isterse..” Biz ki son yara bandımızı paylaşmıştık seninle.. Elimiz mahkum müracaat ediyoruz şiire.. Ne diyordu şair? “Yara bandı dağıtıyorum / İptal edilen biletler yerine.”

Böyle bir şeyler yazdırmıştı gidişin bundan beş ay önce bana. Beş gün değil beş ay!

Kolay bir hayat yaşamadığını bilmiyor değildim ki. Eğer bir kötü günden bahsetmemiz gerekiyorsa geçtiğimiz beş ayı konuşmak gerekir ki ne yazsam boş. Keşke birazcık müsaade etseydin bana, keşke birazcık açsaydın kendini, seni sevmeme engel olmasaydın keşke. Keşke ‘biz’ olabilseydik. Böyle demiştin bir yazında; Senden bir adım önde ya da arkada olmak değil, seninle yan yana olabilmek mesele. İşte biz bunu yapamadık.. Çok az, azıcık izin versen o küçük evreni kocaman bir sevgiyle doldurmak üzere şahlanmıştım ben. Ama elimi öyle bir anda öyle bir cümleyle bıraktın ki o eylül sabahı yere düşen bir porselen tabak gibi tuz buz oldu kalbim, o sesi işittim.

Seni severken ‘Evren başka bir adam, onun yüreği çok güzel ve bu da bizim en büyük servetimizdir’ diyerek sevdim. İstanbul’un serin bir Mayıs vaktinde bana doğru gülümseyerek gelen o adam bir ömür hep öyle gülebilsin yeterdi. Dedim Evren, bunların hepsini söyleyebildim.. Her ne ise artık sen doğrusunu bilirsin.. Olan oldu, birbirimizde güzel kalalım isterim.

Usulca, “Yaşadığın hayal kırıklıklarını tahmin edebiliyorum. Dikkat et ‘yaşattığım’ demiyorum!” diye not düştüm. İliştirmedim o notu hiçbir yere. Bunca zalim, bu denli gaddar addedilirken içimde yıkılan evrenleri nasıl anlatabilirdim ki? “Koca bir kâinat çöküyor, heyhat!” desem kime inandırabilirdim ki? Belki de bu yüzden tam bir yıl sonra yine bir İstanbul mayısında ‘Geri Dönüş’ün önünde dizlerimin üzerine çöküp teslim olmam gerekiyordu:

Kaç kez düşündüm bilmiyorum, sen mi yanlıştın yoksa ben mi yanlış yapmıştım.
Sonra baktım dedim ki bu dostluk hiç İstanbul’a has değil çıkarsız, naif
Bekli de İstanbul’a fazlaydık sırf bu sebeple
Bir avuç dostum vardı
Bazıları doğuştan mirastı, bazıları sonradan
Şimdi hakikaten bir dosta ihtiyacım var, saatlerce sıkılmadan konuşacağım ama
Özrümü en iyi bildiğim dilden şiirden anla diye yazıyorum.
Eğer sen de düşündüysen bir kere olsun bu hikâye niçin böyle bitti
Devamını birlikte yazmaya ne dersin?

Ah çocuk! Sen miydin uzatıp da tutulmayan ellerimden tutmak için geri dönen? Ben böyle can’a kurban olayım, öpüp koklayayım, sarıp sarmalayayım derken ben mi sana ağabeylik edemedim? Sen mi kardeşlik nedir, beceremedin? Ah dost! Mevlana da Şems karşısına ilk çıktığında ona nasıl dostluk edeceğini bilememişti ya; ben mi sana dostluk edemedim? Ah sevgili! Mecnun, Leyla’sına kavuştuğunda yaşadığı hayal kırıklığını sen bende yaşama istedim; ben mi sana sevgili olamadım? Sonra, sükût edip otururken yerimde bütün o parçaların gün gelip birleşeceğini biliyordum. Yaşadığım doğum sancılarına şahitsen sen de bilirsin; yüreğine dokunamadığım insanın gözleri önünde satır satır ölmek, böyle olsa gerek:

Sana şunu söylemeden edemeyeceğim ve de söyledikten sonra ebediyen başka da hiçbir şey söylemeyeceğim. En başından beri değil ama son zamanlarda aklıma seninle ilgili gelen ilk düşünce ‘çok kaba ve nezaketsiz’ olduğun! Kendimi haksız çıkarmak adına yaptığım bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. İyi bir insan olduğunu hâlâ düşünüyorum, zira fazlasıyla iyi bir insansın. Seni bulduğum yerde bırakmıyorum, aksine daha iyi yerlerde olmanı diliyorum. Ama defalarca arkadaşça yardım etme çabalarıma gösterdiğin kabalıktan ötürü tüm kapılarımı kapatıyorum.

Bedeni ve yüreği Egeli biri nasıl kaba olunur, pek beceremez. Yûnus ile Rûmi’yle yoğrulan bir ruh, Aşk’ı nasıl beceremez, bilinmez. Uzatılan el, sımsıkı kavranmıyor; dost, aşk’la kucaklanmıyorsa beni bulduğunuz yerde bırakın. Belki de ‘en iyi Evren, henüz keşfedilmemiş Evren’dir’. Belki de ‘asıl sevdiğiniz Evren, blogdaki Evren’dir.’

Ve yine o çok sevdiğim Haziran… 1 Haziran 2014

Her bir cümleden kendine pay çıkarabilen insan; sözüm ne sana ne ona ne de bir başkasına. Okuduğun bunca yazı, Evren’in Evren’le yüzleşmesidir. Hakîkati bulmak istiyorsan beni hakîkaten yalnız bırak. Ben sana kendi kitabımdan cümleler okuyup sorular soruyorken sen bana başka bir kitaptan cevaplar sıralıyorsan boşa zaman kaybediyoruz. ‘Aradığın ben değilim’ sözüyle ‘Aradığın bende değil’ sözü arasındaki fark ne büyük bir fark. Dokunduğumda hissettiğim şey, bana baktığında göremediğin şey! Ben bir çocuğun dünyasında ona yeni bir oyun alanı kurarken sen kendi oyuncaklarınla oynayıp beni umursamamayı seçtiysen şimdi hepimiz bu yazıyı baştan sona bir kez daha okuyoruz.

Öyle ki şeytan detaylarda, Evren satır aralarında gizli!

evrengunlugu.net

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

Eğer Birgün Evlenirsem

Leyla ile Mecnun‘un destansı aşkını okurken insan, kendinden geçer; Ferhat‘ın Şirin için dağları delmiş olmasına hayranlık duyar. Asırlardır insanlara ilham veren, edebi anlatımlarıyla okuyanları büyüleyen bu hikâyelerin gerçekliğine baktığımızda nasıl da büyük acıların ve zorlukların yaşanmışlığıyla ortaya çıktığını görürürüz. Kerem de Mecnun da Ferhat da onca sıkıntıyı çekerken yüz yıllar sonra yüz binlerce insana keyif vereceklerini, aşk adına onların bir şeyler öğreneceklerini hiç hesaba katarlar mıydı? Onların tek derdi bir türlü düzlüğe çıkamayan aşk serüvenleriydi. Oysa şimdi o âşıkların yaşadıkları elimizde süslü ciltleriyle, edebi üsluplarıyla birer kitap, birer eser, kimi zaman da etrafa yapılan birer gösteriş unsuru.

Bu vakitten sonra şunu anladım ki eğer birgün biriyle evlenecek olursam o insanın Mesnev-i Şerif‘i hatmetmiş olmasını isterdim. Mevlâna‘nın ruhunu özümseyebilmiş, Şems-i Tebrizî‘nin görevini anlayabilmiş biri ancak beni huzurlu ve dingin bir yuvanın direği yapabilirdi. Belki o zaman 21. yüzyılın beni korkutan sanal gerçeklikleri arasında sığınabileceğim bir liman buldum diyebilirdim.

Eğer ki olmuyorsa, işte o zaman buna aşk evliliklerinin âhir zamandaki çaresizliği derdim.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Kalb Kalb’e On Beş Kelâm

[10. kelâm]

Evren kalbi: Eğer gerçekten hissettiğin gibi olsaydı görüşmemek çok kolay. Benim seninle değil, senin duygularınla değil, kendimle bir savaşım var; bir çıkmazım var. Kendi içimdeki Aşk’la, duygularımla, hislerimle bitmek bilmez bir harp!

Kalb-i Aşk: O zaman bana söyle şunu: Neden benimle görüşmeyi imkansızlaştırıyorsun? Neden beni alıp bağrına basmıyorsun? Beni senden neden uzaklaştırmak istiyorsun?

[1. kelâm]

Evren kalbi: Derin bir iç çektim. Tekrar bir hamleyle kendime geldim. Ama yine sendeledim. Bu kez sende’ledim.

Kalb-i Aşk: Aslında yalnızlıkla ilgili bütün bunlar. Hani şu “kalabalıklardaki yalnızlık” denen şeyle ilgili… İçinde bir şeye dokunuyor; acıyor bir şey ve sonra düşünüyorsun. Kendine dönüyorsun bir film, bir şarkı veya bir sözle. Continue reading →

Okunduğu Gibi Yazılmaz AŞK

Herkes tarafından yorumlandı Kâinattaki AŞK. Aslında TEK, BİR kez yorumladı KENDİ AŞK’ını. Biz O’ndan öğrenirken bunu, bizim ezberlerimizi bozan nice faniler çıktı yollarımıza, girdi hayatlarımıza; kendi aşklarını öğretmeye kalktılar.

Okunduğu gibi yazılmıyor AŞK; yazıldığı gibi de yaşanmıyor. Oysa O’ndan öğrenirken AŞK’ı yaşamayı ve yaşarken yazmayı, faniler girdi gönüllerimize, tuttular kalemlerimizi, yazdılar kendi aşklarını.

Derin bir sükûnetle* yüklü bu Kâinat. Zaten AŞK’ın mayasından değil midir sessizlik. Ve arasındaki ince çizginin sessiz bir çığlığı değil midir, Sen ile Sensiz’lik. Halbuki biz karmaşayı da O’nunla sükûnete çevirirken gürültülü faniler bozmadı mı sessizliğimizi?

Giden hep Tebrizi’dir; kalan ve bekleyen Mevlana. Onca acıya rağmen sorsam “gitmeyi hiç düşünmedin mi?” diye “düşünmedim asla” demez mi Aşk-ı Mevlana? Çünkü “arayan bir gönül, nasıl giden bir gönle dönüşür?” diye hesap sormaz mı Şems, sevdasının tutsağına?

Yolum yok Kainat’ın Efendisi; bir yol aç bana! Aşk’tan yana yetimim, Sen Aşk’ol bana! Sükûnetim derindir, sebeplidir; sessizliğimi bozma! Koca bir Evren’de küçücük bir evrenim; n’olur… n’olur karıştır beni Kâinatına!

* Yazıda geçen “sükûnet” sözcüğü TDK Yazım Kılavuzu’nun 2008 (25.) baskısındaki kullanımına uygun olarak yazılmıştır.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

evrengunlugu.net, 5. yılında sosyal sorumluluk gereği Türkiye Omurilik Felçlileri Derneğinin kampanya ve projelerini destekleme kararı almıştır. Ziyaretçilerini de TOFD’a destek olmaya davet etmektedir. TOFD’a ulaşın; gönüllü olun; 3430‘a boş bir sms atarak Akülü Tekerlekli Sandalye Kampanyasına 5 TL’lik bağışta bulunun.

Şems-i Tebrizi’nin Tacizi

Babail’de Ölüm İstanbul’da Aşkkitabını okuyarak roman dünyasına girdiğim İskender Pala‘nın ikinci romanı Katre-i Matem, öğrencilerimin İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’ndan hediyesiydi bana. İçinde kaybolduğum divankokan romanlardan biridircinayetin zanlısını bulduran lale soğanının adını taşıyan kitap. Ve 240. sayfasında denilir ki: Âşıkım âşıkım diyorsun ama / Aşktan bir eser görülmelidir / Mesela yoksa vuslata imkân / Dos tolan dolst yoluna ölmelidir.

Kırmızı Pazartesi‘nin heyecan dolu atmosferine saldım kendimi Katre-i Matem’in aydınlanan cinayetinden sonra. Gabriel Garcia Marquez, 1982 nobel edebiyat ödülünü kazandığı Continue reading →

İçimde Kayıp Bir Şems-i Tebrizî

içimde kayıp bir şems-i tebrizi

Sen demez misin Giden her bir Şems-i Tebrizî için başka bir asırda, başka bir mekanda, bilinmedik bir isim altında bir Şems daha gelir* diye…Kimisi Şems olarak doğar / Kimisi Şems olarak ölür**

Sen Tebriz’i olsan, ben Mevlana… Mesnevi’nin 7. cildini yazsam senin Aşkına! diye Dost’a haykırdığım günden beri bilir misin;

İçimde kayıp, bir Şems-i Tebrizî yaşar.

Ölüm bir SIR; SIR gizemli… Sen de dersin ki Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli***

*Elif Şafak, Aşk, *s.408; **s.408; ***s.400

 

facebook’evreni ] facebook sayfası twitter’evreni RSS abonelik

evrengunlugu.net, 5. yılında sosyal sorumluluk gereği Türkiye Omurilik Felçlileri Derneğinin kampanya ve projelerini destekleme kararı almıştır. Ziyaretçilerini de TOFD’a destek olmaya davet etmektedir. TOFD’a ulaşın; gönüllü olun; 3430‘a boş bir sms atarak “Akülü Tekerlekli Sandalye Kampanyası”na 5 TL’lik bağışta bulunun.