Yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar

Türk Dil Kurumu’nun “lokanta”ya “modern otlangaç”; “İstiklal Marşı”na “ulusal düttürü”; “hostes”e “gök konuksal avrat”; “otobüs”e “çok oturgaçlı götürgeç” karşılıklarını önerdiği efsanesi sürekli döner durur ancak hiçbiri doğru değildir. TDK, ‘hostes’ için Türkçe bir karşılık önermiştir ancak bu kesinlikle ‘gök konuksal avrat’ olmamıştır. 

Continue reading →

Dersimiz Yazım Kılavuzu

feyca_hepcilingirler_turkce_gunlukleri

Geçenlerde bir grup insanın kendi reklamını yapmanın peşinde nasıl koştuklarına hayretler içerisinde şahit olmuştum. Oysa Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinde ‘Yeni Lisan’ adıyla çığır açacak başmakalesinin sonuna kendi imzası yerine soru işareti (?) koyar; çünkü Türkçe için giriştikleri davanın bir şahsın eseri olarak görünmesini istememektedir. Continue reading →

Bana Doğru Düzgün Türkçe ile Gelin!

769806_129739574497407382952_Original

Takip ettiğim bir blog yazarı arkadaşlardan biri, bir ‘röportaj’ yaptığını yazmış, başlığını da buna göre atmış ama aslında yaptığı şey tam anlamıyla ‘söyleşi’ örneğiydi.

Arkadaşı, söz konusu yazının röportaj değil söyleşi olduğu konusunda uyardığımda -aslında çok da şaşırmamam gereken- tuhaf bir savunmayla karşılaştım:

“Haklısın ama insanların anlamak istediği gibi söyledim. O şekilde aratılıyor Google’da diye.” diyordu.

Vah ki ne Vah! Türkçeyi Google’ın SEO kurallarına feda edemezdik; bu çok acımasız bir bahaneydi.

Arkadaş, Türkçe konusundaki hassasiyetini (!) “Valla blog yazıyorsan ve trafik almak istiyorsan mecbursun. Halk dili ne diyorsa öyle yazıyorum.” sözleriyle devam ettirdi.

Neresinden tutulsa elinizde kalan bir şuursuzluk, bir bahane, bir garip savunma! Bu konuşma karşısında üzüntümü dile getirdim (benim için artık sözde) blog yazarı arkadaşa ve blog yazılarını RSS’den takip etmeyi de bıraktım, sosyal ağlardaki arkadaşlık bağlantılarını da kaldırdım. Ehil olmadığı konuda uyarıldığında umursamaz ama bir o kadar da saldırgan olan insanların ne gerçek hayatta ne de dijital ortamda etrafımda olmasından hoşlanmıyorum.

Sağlığıma zarar veren bir davranış sergilediğimde bir doktor beni uyarsa ona hem saygı duyar hem de teşekkür ederdim. Çektiğim fotoğraflar konusunda bu işin uzmanı eleştirilerde bulunduğunda da aynı tepkiyi gösterirdim. Türk Dili eğitimi aldığım için Türkçe konusunda fark ettiğim yanlışlara müdahale etmenin boynumun borcu olduğunu düşündüm hep.

Hangi dili kullanıyorsanız kullanın o dile saygı duymak zorundasınız. Dil bilgisi denilen şey, boşu boşuna ortaya çıkmamıştır; eğer o kurallar olmasaydı bugün yer yüzünde çok az dil hâlâ yaşıyor olurdu. Blogunuzu hangi dilde yazıyorsanız o dilin kurallarını bilmelisiniz; elinizin altında bir yazım (imlâ) kılavuzu yoksa bile TDK’nın internet sitesindeki yazım kılavuzundan çevrimiçi olarak faydalanmanız mümkün. Türkçe, benim olduğu kadar senin de dilinse onun da diliyse herkes tarafından dilediğince kullanılacak anlamına gelmiyor. Yaşayan bir varlığı ne yazı ne de konuşma dilinde hor kullanmaya hiçbirimizin hakkı yok.

Bugün Türkçeyi internet ortamında Google’ın kurallarına göre şekillendiremeyiz; cümlelerimizi kurarken seçeceğimiz sözcükleri Google botlarına hoş gelecek şekilde değil kulağımıza, gönlümüze, o dilin yazım kurallarına hoş gelecek şekilde seçmeliyiz. Ben biriyle söyleşi yaptıysam ‘milyonlar onu Google’da röportaj şeklinde arıyor diye’ yanlış başlık atacaksam, varsın o söyleşi kimse tarafından okunmasın!

Söz konusu yanlışa düşen arkadaş, ‘halk dili ne diyorsa öyle yazıyorum’ diyor ama kendisi de elbette biliyor ki Google ne istiyorsa öyle yazıyor. Çünkü halkın konuştuğu, anladığı dilde yazmak istiyorsa blogundaki tüm yazıları sil baştan değiştirmesi gerekecek. Hem biz galat-ı meşhurun (doğru bilinen yanlışın) peşine takılır gidersek zaten okurları (ziyaretçileri) da o yanlışa alıştırmış oluruz. Söyleşi ve röportaj birbirinden çok farklı iki yazı türüyken ben, sen, hepimiz söyleşi olan bir yazıya ısrarla röportaj dersek zaten ‘Halk da öyle istiyor’a dönecektir olay.

Ayrıca o arkadaş, SEO aldatmacalarına alet olup bizi de kandırmaktadır. O açıklama, apaçık bunun ifadesidir. Demek ki bugüne kadar yayımladığı bütün yazıların ilgi çekici başlıkları bu hilenin bir ürünüydü ve yüzlerce tık’lanma o oyunla sağlandı. Yazık, çok yazık! Geçmiş yazılarımın birinde kendisinin de bahsi geçmiş ve bloguna bağlantı vermiştim o arkadaşın. Aylar sonra benden o yazıyı ana sayfama almamı istemişti. Blog sistemini bilirsiniz, yeni yazı eklendikçe eskiler aşağıya ve sonra arka sayfalara doğru kayar. Ancak Google için Türkçesini bile katleden bu arkadaş, SEO bakımından sayfasına verilen linklerin ilk sayfada olması gerektiğinden bana o anlamsız teklifle gelmişti. Maksat blog yazmak, bilgi paylaşmak, insanlara fotoğrafı vesaire sevdirmek değilmiş, düpedüz SEO imiş, para kazanmakmış! Bu iki örnek bunun apaçık örneği olarak karşımızda duruyor.

Dilini önemseyen sevgili blog yazarı arkadaşlar; sözüm size:

Kullandığımız dil, bizim en büyük varlığımız, hazinemiz; atalarımızdan bize miras ancak gelecek nesillerin de bize emaneti! Onu dijital dünyanın kurallarına uyduracağız diye katletmeye hakkımız yok. Lütfen yazarken dil bilgisi kurallarına uyalım, bunu küçümsemeyelim. Türkçe giderse biz de gideriz. Ne diyor Cemil Meriç: “Kamusa (sözlüğe) uzanan el namusa uzanmıştır!” Dilimiz sözcüklerin manası, grameri, dil bilgisi ve tüm yazım kurallarıyla bizim namusumuzdur.

Madem röportaj – söyleşi karmaşası bu yazının yazılmasına sebep oldu; yazıyı Söyleşi ve Röportaj arasındaki farkla sona erdirelim.

Söyleşi sorulardan ve cevaplardan oluşur. Gazetelerin hafta sonu eklerine baktığınızda ‘röportaj’ başlığı altında okuduklarınızın hemen hepsi aslında birer ‘söyleşi’dir. Kalın şekilde yazılan soruların altında kişinin uzun veya kısa cevaplarını okursunuz. Söyleşi, bu özelliğinden dolayı çerez gibi kolay okunur, hemen tüketilir. Söyleşiyi yapan kişinin yorumlarına satır aralarında çok az rastlanır. Söyleşiyi söz konusu kişiyle buluşmadan telefonla konuşarak veya internet üzerinden yazışarak da yapabilirsiniz.

Ancak röportaj, çok daha edebi bir yazı türüdür. Çünkü içinde hem röportaj yapılan kişinin hem de röportajın yapıldığı mekanın tasvirlerini de okursunuz. Bu sebeple taraflar bir araya gelmek zorundadır. Hatta bu beraber çekilen bir fotoğrafla bile belgelenebilir; belgelenirse daha güzel olur. Röportaj soru – cevap şeklinde ilerlemez; röportajı yapan kişi size adeta bir hikâye anlatmaktadır. Kendisiyle röportaj yapılan kişinin cevaplarını, çoğunlukla röportaj yapan kişinin ağzından okursunuz; çünkü cevapları hikayenin içine yedirir. Dilinin bu özelliği söyleşi kadar kolay okunmasını engellediği için bu gün gazetelerde röportaj örneklerine rastlamamız pek mümkün değil. Edebiyat dergileri, röportaj için daha müsait bir ortam.

Çok güzel röportaj örnekleri okumak istiyorsanız Yaşar Kemal‘in röportaj serüveninden seçkilerin yer aldığı (Ara Güler’in de Yaşar Kemal fotoğraflarıyla süslenen) Röportaj Yazarlığında 60 Yıl (YKY) kitabını alabilirsiniz. Güzel söyleşiler okumak için de gazetelerin hafta sonları eklerinde istemediğiniz kadar örneğe ulaşabilirsiniz.

Not: Bu yazıda yazım ve bilgi hataları tespit ettiyseniz lütfen bana iletin)

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

Gülgûn Feyman: Sözcükler En Büyük Silahınız Olsun!

Daha dün gibi ilk kez İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’na gitmiştim. Zaman hızla geçiyor ve bugün kapılarını açan 32. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’ndaydım. Geçen yıl kitap fuarına gitmeye çalışırken metrobüslerin ne kadar dolu olduğunu, fuar alanında da insan katılımından çok zor dolaştığımı hatırlıyorum.

Fuara girişin ücretli olup olmaması tartışılabilir ama eskiden beri ‘kitap fuarları’nın ‘kitap’ fuarı olarak kalması gerektiğini düşünüyorum. Sınavlara hazırlık kitapları satan pazarlayan yayınevlerinin bir kitap fuarına yakışmadığı görüşündeyim. Kişisel gelişim kitaplarından sağlıklı yaşam kitaplarına, perili kitaplardan fal kitaplarına, akıllı tahtadan beyin jimnastik oyunlarını pazarlayanlara kadar ‘kitap’la ama en çok da ‘edebiyat’la alakası olmayan unsurları da TÜYAP’ta görmek mümkün.

Üstelik geçen yıl ki manzara yine değişmemişti ve ‘edebiyat’a ulaşabilmek için onlarca seyyar satıcının, ızgara dumanlarının, yolunuzu kesen bilmem ne gazetecisinin bilmem ne dergicisinin ve korsan biletçilerin arasından sıyrılarak geçmeniz gerekiyordu. Hemen dışarıda edebiyatla ilgisi olmayan bir dünya, içeride de reklam, satış, pazarlama, popüler kültür âleminin bî-edebiyat dünyası. Kitap stantlarının arasında pazar alışverişine çıkmış edasındaki kitap severler (!), onların yanında da TÜYAP’ı satın alırcasına kitap alan ama ‘bunları gerçekten okuyacak mı?’ yoksa ‘dostlar alışverişte görsün mü?’ dedirten okurlar (!)

32. TÜYAP Kitap Fuarı’nın en güzel detaylarından biriyse 4. Salonun baştan sona sahaflara ayrılmış olması. O salonda sağlı sollu sıralanan sahaf kitap stantlarında meraklıları bütün bir günü geçirebilir.

Kitap fuarının ilk günü TÜYAP’a Gülgûn Feyman’ın ‘Türkçe Konuşmak’ adlı söyleşini dinlemek için gittim. İnkılâp Yayınlarından ‘Spiker’ adlı kitap çıkartan Feyman, konuşmasında kitabından çok az bahsederken söyleşinin adına yaraşır bir şekilde en çok ‘Türkçe’den konuştu.

Kendisini 90’lı yıllarda televizyon ekranlarında görür ve çoğunlukla haberleri hep onun sunuşuyla seyrederdik. Çocukluğumun haber spikerini bugün birkaç metre yakından görmek ve 1 saat boyunca canlı canlı dinlemek heyecan vericiydi.

Gülgûn Feyman, çok güzel ve zarif; aynı zamanda da salona girdiği andan itibaren hem tavırlarıyla hem de üslubuyla son derece samimi bir hanımefendi. Ben onu karşımda görmenin heyecanını 1 saattir yaşarken o, söyleşisinin sonunda yanıma gelerek benimle tokalaşınca heyecanım kat be kat arttı. ‘Çok teşekkür ederim, beni ne kadar güzel dinlediniz, sizden çok enerji aldım.’ deyince allak bullak oldum; o birkaç saniyelik tokalaşma esnasında ne cevap verdiğimi hatırlayamıyorum, aklımda kalan sadece ‘estağfurullah’ sözüydü.

Yaklaşık 1 saat süren Feyman’ın biraz kendisi ama çokça Türkçe üzerine konuşmasından tuttuğum notları da sırası gelmişken paylaşıyorum; iyi okumalar:

gülgûn feyman, gülgün feyman

Avşar da Ergen de Haber Sunamaz ama Ben Her Programı Sunabilirim!

‘Ben bir Türkçe uzmanı değilim’ diyerek konuşmasına başladı Gülgûn Feyman ancak 40 yıldır ekmeğini ‘konuşarak’ kazandığının ve bir Türkçe sevdalısı olduğunun da altını çizdi. TRT’nin açtığı sınava katılan yedi bin kişinin içinde finale kalan 25 kişiden biri olduğunu; sadece Türkçe değil iç – dış politika, tarih, sanat tarihi, montaj, teknik bilgi, mikrofon özellikleri gibi birçok alanda 1 yıllık bir eğitim sürecine tabi tutularak ‘komple bir spiker’ olarak yetiştirildiğini anlattı.

Niçin ‘sunucu’ değil de ‘Spiker’ sözcüğünü kullandığını ve kendisini ‘spiker’ olarak tanımladığını da ‘keşke spiker kelimesi Türkçeye daha yatkın ya da Türkçe olsaydı da bütün dünyaya onu servis etseydik’ diyerek özetlemeye; spiker – sunucu arasındaki farkı da televizyonlarda program ve yarışma sunan Hülya Avşar – Gülben Ergen örnekleri üzerinden anlatmaya çalıştı.

‘Asıl meslekleri şarkı söylemek olan Hülya Avşar, Gülben Ergen gibi isimler televizyondaki programları süresince sunuculuk yapıyor ancak onlar bir montajı yapamazlar, bir haber metnini yazamazlar, haber metnini alıp haber sunamazlar, siyasi röportaj yapamazlar yani spiker olamazlar’ diye sıraladı Feyman ve kendisinin bir evlendirme programını, bir yarışmayı hatta Yetenek Sizsiniz’i sunabileceğini söyledi. Ona göre spiker komple yayın için hazırlanmış; soran, sorgulayan kimseydi.

Spiker Olmasaydım Aşçıbaşı Olmak İsterdim!

Feyman, İnkılâp Kitabevi’nden çıkan Spiker adlı kitabının içeriğinden kısaca bahsederken özel yaşamından da kısa detaylar paylaştı.

‘Asker kızıyım’ dedi, bu yüzden Türkiye’nin dört bir yanını dolaştığını, Doğu’daki mahrumiyete bizzat şahit olduğunu, kardeşine hamile olan annesinin helikopter beklerken tarlada doğuma başladığını ve tezekten bir oda içerisinde doğumu gerçekleştirmek zorunda kaldığını anlattı. Ekranda olmanın; sarışın, boyalı, markaların giydirdiği bir kadın olmanın kendisini Türkiye’nin gerçeklerinden koparan unsurlar olmadığını ‘ben herkes gibi biriyim’ diyerek özetlemeye çalıştı. Yemek yapar mısınız? sorusuna da ellerini göstererek cevap verdiğini anlattı. Pazara çıkıp kendi alışverişini kendisinin yaptığını ve bilmediği yemeğin olmadığını söyledi. Tek beceremediği şey de parmak kalınlığında dolma sarmaktı. Mutfağı çok sevdiği için yemek kitabı bile yazmayı aklından geçirdiğini paylaştı.


Türkiye, Konuşamayan Bir Türkiye’ye Doğru Hızla İlerliyor!

Belli konularda demokratikleşiyoruz desek de aslında konuşmuyoruz, tartışamıyoruz. Kavga kültürsüzlüğünün egemen olduğu bir dünyadayız. Sözcükler en büyük silahınız olsun. Bırakın küfürleri. O kadar çok ki kötü söz, etrafımızda uçuşuyor. Önemli olan güzel güzel sözcüklerle tartışabilmek. Bağırmadan da kavga edebiliriz. Sözcükler en büyük yol gösterenimiz. Söz can yoldaşımız olmalı, en büyük silahımız olmalı. Yaratıcılığımızı düşüncelerimizi dışa vurabilmek için sözcüklere ihtiyacımız var. Kendimizi doğru ifade edebilmek için sözcüklere ihtiyacımız var.

Üçüncü Sayfa Haberleri Benim Toplumuma Hiçbir Şey Vermez!

Kelime hazinemizi, o çanağımızı çok doldurmalıyız; çok okumalıyız. Okumalıyız da ne okumalıyız? Nitelikli okumalıyız. Üçüncü sayfa haberleri benim toplumuma hiçbir şey vermez; onları da okumalıyız ama onun yanında dünya klasiklerini, kendi klasiklerimizi, hiç sevmem, düşüncelerine katılmıyorum dediklerimizi de okumalıyız. Bütün görüşler dünyada tanışmak, buluşmak, yarışmak içindir. Aksi halde tek boyutlu insanlar olarak topluma bakarız; geniş perspektiften göremeyiz.

Artık Türkçe Yazıldığı Gibi Bir Dil Değildir!

Gelelim Türkçenin sorunlarına. İçim yanıyor Türkçemiz için. Çünkü maalesef ülkemizde dil konusunda bir hassasiyet yaratılmamıştır. İlkokuldan itibaren Türkçenin doğru kullanılması, Türkçenin doğru yazılması hatta ben dahil hepimize öğretildiği gibi ‘Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dildir’ ifadesinin artık geçerli olmadığı da anlatılabilmelidir. Çünkü Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dil değildir artık. Neden? Fonetik yapısı itibariyle, ses yapısı itibariyle Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dil değildir. Ses yapısı ilkokuldan başlayarak çocuklarımıza öğretilse, doğru telaffuz öğretilse bugün Türkçeyle ilgili bu büyük karmaşayı yaşamayacağız.

Türkçe Öğretmenleri Özel Yetenek Sınavıyla Seçilmeli!

Dilimin en güzel seslerini niye düşüreyim? Niye telaffuz etmeden konuşayım? Sürekli olarak dili farklı, yanlış konuşan kitlelerle yüz yüze kalıyoruz. Bunlardan arınabilmemiz için bir tezim var; bunu şiddetle savunuyorum: Okullarımızdaki Türkçe öğretmenlerinin özel sınavla seçilmesi gerektiğini çok ciddi biçimde savunuyorum! Asıl olan İstanbul Türkçesi denen temiz Türkçe, bölgesel söyleyişleri bünyesine almamış Türkçe. Hal böyle olunca bizim minicik bebeklerimize Türkçe öğreten öğretmenlerimizin telaffuz konusunda da temiz Türkçeye sahip olması gerekliliğini savunuyorum. Eğer Türkçe öğretiyorsa bir kimse bizim çocuklarımıza bölgesel söyleyişle gelmesin. Bölgesel söyleyişler bizim zenginliğimiz, kültürümüzün ayrılmaz bir parçası, bölgesel söyleyişlerden de elbette haberli olacağız. Türkçeyi doğru kullanmak son derece önemli. Türkçe öğretmenlerinin de Türkçenin doğru konuşulması açısından özel yetenek sınavıyla seçilmesi benim savunduğum bir tez. Zira Türkçeyi kaybediyoruz.

Türkçe Harflerde Şapkalar Kalkmadı, Kalkamaz, Kaldırılamaz!

Demokratikleşme paketinde Başbakan Erdoğan’ın ‘klavyelere özgürlük’ sloganıyla kullanımının serbestleştiğini dile getirdiği Q, W, X harflerinin Türkçede ihtiyaç duyulmayan sesler olduğunu söyledi Feyman; W’nin İngilizce telaffuz şeklinden örnekler verdi. Türkçe’de bu sesle başlayan bir kelime olmadığını anlattı ve ‘Benim Türkçeme lazım değil’ dedi. K’nin önüne şapkalı â koyunca zaten Q sesinin çıkartıldığı örneğini verdi.

Şapkalar kalktı iddiası var, kalkmadı, kalkamaz, kaldırılamaz, imkânsız! ‘Ke’ ya da ‘Ka’ artık her ikisini de telaffuz olarak doğru kabul ediyoruz. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki Türkçe dünyanın en zengin ses yapısına sahip bir dil. Siyasi kaygılarla bunu yapabilirsiniz ama Türkçeye bunu koyamazsınız. Ben bir uygulayıcıyım, dil uzmanı değilim ama artık 40 yıla yakın bir süredir diline gönül vermiş bu konuda çok eser okumuş çok kimseyle tanışmış biriyim.

Gülgûn Feyman’a göre Türkiye’de Türkolog yoktu ve bu düşüncesini her konferansında dile getirdiğinin de altını çizdi. “Halbuki burası Türkolog yetişmesi için bir laboratuvar. Gönlüm ister ki bir laboratuvar olsun, halkım sesleri öğrensin.” derken Türk Standartları Enstitüsü ismini de eleştirdi: “Türk Standartları Enstitüsü. Nerede bunun Türklüğü? Sadece Türk kelimesi Türkçe. Standart ve Enstitü Türkçe değil, zorlanıyoruz bile söylerken. Niye kendimize has isimler bulamamışız?”

Televizyonlarda Türkçenin yanlış kullanımından herkes gibi Feyman da rahatsızdı ve televizyonda yapılan dil yanlışlarına “ekranlardan bir kovanın içinden boca edilen mikroplar gibi üzerimize düşüveriyor” sözleriyle dikkat çekti. Tv’de yapılan yanlışlara tepki verilmesi gerektiğini ancak dil konusunda bir bilinç oluşturulmadığı sürece bunun zor olduğu gerçeğinin de altını çizdi.

 Benim Sadık Yârim Dilimdir!

Bu ülkenin bir tane bayrağı var, benim al bayrağım var! Bir tane İstiklal Marşım var! Bir tane vatanım var benim, Türkiyem var! Ve benim bu ülke hudutları içinde soydaşlarımla, can yoldaşlarımla konuşacağım bir tane dilim var! Niye onu hırpalasınlar, örselesinler, yüzünü gözünü parçalasınlar? ‘Sadık yârim topraktır’ dediği gibi Veysel’in, benim sadık yârim dilimdir! Ben duygularımı düşüncelerimi güzelim Türkçemle paylaşacakken Türkçeyi heba eden bir yapıyla karşı karşıya kalıyorum.

Gülgûn Feyman “Matematiği var Türkçe’nin, çok güzel bir matemetiği var.” sözünün hemen ardından sokak Türkçesi televizyon Türkçesi gibi farklı kullanımlar olamayacağından bahsetti:

Sokağın Türkçesi, televizyonun Türkçesi, CNN’in Türkçesi, bilmem nerenin Türkçesi diye bir Türkçe yok; bir tane Türkçe var. Onu da doğru kullanmaktan yükümlüyüz. Yoksa tarih önünde hepimiz suçlu kabul edileceğiz. Gelecek kuşaklara dilimizi doğru en güzel şekliyle bırakma mecburiyetimiz var.

1 saatlik süre içerisinde Feyman’ın konuşmasında örnek verdiği yanlış telaffuz edilen sözcükler de şunlar:

Gaste değil Gazete; Herkez değil Herkes; bi’şey değil Bir şey (Şu R’leri koyun bir kelebek dokunması gibi. Abartılı değil); Full dolu değil Çok dolu; Restaurant değil Lokanta; Star değil Yıldız; Start almak değil Başlamak; Musiki değil Musıkî; ‘Banyo almak, duş almak’ değil Yıkanmak; Sahne almak değil Sahneye çıkmak; Nüans farklı – ‘Nüans’ zaten ‘fark’ anlamındadır; Kapalı Spor Salonu – Salon zaten kapalı bir yerdir; ‘5 gibi gelirim’ (‘5 şekline girer gelirim’ mi demek isteniyor? Gibi, iki durum arasındaki mukayesedir.)

Feyman, özellikle gençlerin sıkça kullandığı ‘hani’ler için de “Lüzumsuz bir haniler silsilesi aldı başını gidiyor.” eleştirisinde bulundu.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni ] RSS abonelik

Türkolog

Düzgün konuşmak ayrı bir olay, dili doğru kullanmaksa apayrı. Ve dilimizi doğru kullanmak için ille de dilci olmaya gerek yok.  Türkçe’yi kurallarına uygun yazabilmenin yolu Türkçe öğretmenliğinde veya Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde okumaktan geçmiyor. Belli bir eğitim seviyesine ulaşmış herkesin dilini en doğru şekilde kullanması -aslında- bir sorumluluk, bir gereklilik.

Maalesef ki edebiyat bölümü öğrencilerinden yerel ağızla konuşanlarla karşılaşmak mümkün. Hatta derslerine giren hocalarının bile telaffuzlarında ciddi sorunlar var. Attila ilhan’ı Atilla İlhan yazıp, doğrusunu ilk kez biz öğrencilerinden öğrenen yardımcı doçentle bile karşılaşmıştık ;) Noktayı, virgülü nerede kullanacağını bilmeyen üniversite mezunlarının noktalı virgül konusundaki karmaşasını hesaba katmıyorum bile.

Yazının başında düzgün konuşmak ayrı bir olay diye yazmıştım. Herkes, İstanbul Türkçesiyle konuşmak zorunda değil ama bir edebiyat öğrencisi, hele ki öğretmen olacak eğitim fakültesi öğrencisi düzgün konuşmak ZO-RUN-DA! Özellikle edebiyat bölümlerinde diksiyon/güzel konuşma adlarıyla dersler yoksa, gerçekten çok acı. Her bölümün birinci sınıfına çok lazımmış gibi ingilizce dersi koyulurken öğretmen yetiştirecek bölümlere güzel konuşma derslerinin konulmaması büyük bir tezatlık.

evrengunlugu.net

2010-2011 dönemindeki yayın süresince Acil İhtiyaç Projesi Vakfı‘nı, AİP Vakfı’nın proje ve çalışmalarını gönüllü olarak desteklemektedir.

Hem Meymenetsiz Hem Fodul Hem de Rüsva

Meymenetsiz: Ben bu kelimeyi uzun bir süre meymeletsiz diye söylerdim. Uğursuz, suratsız, huysuz anlamlarına gelen sözcük Arapça’dabereket, mutluluk, uğurluluk anlamına gelen meymenete Türkçe yokluk eki -siz getirilerek sıfatlaştırılmış.

Fodul:“Hem kel hem fodul deyiminden tanıdığımız bu kelime de Arapça bir sıfat olan fudülün üstünlük taslayan, kibirlenen anlamıyla Türkçe’deki yerini almış kullanımı.

Rezil Rüsva Olmak: Aslında bu kullanımda ciddi bir anlatım bozukluğu var ama artık deyimleşmiş olduğu için biz şimdilik “full dolu”lara kafayı takmış durumdayız. Rezil, Arapça’dan dilimize geçmiş alçak, aşağılık anlamlarına gelen bir sıfat. Rüsva da Farsça bir kelime ve yine rezil anlamına geliyor. Böylece biz bu deyimi kullanırken düştüğümüz aşağılık durumu hem Arapça hem Farsça söyleyerek pekiştirmiş oluyoruz :)

Bu yazının bibliyografyası:
Türkçe Sözlük; TDK
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat; Ferit Devellioğlu

evrengunlugu.net, 5. yılında sosyal sorumluluk gereği Türkiye Omurilik Felçlileri Derneğinin kampanya ve projelerini destekleme kararı almıştır. Ziyaretçilerini de TOFD’a destek olmaya davet etmektedir. TOFD’a ulaşın; gönüllü olun; 3430‘a boş bir sms atarak Akülü Tekerlekli Sandalye Kampanyasına 5 TL’lik bağışta bulunun.

Abesle İştigal Etmek

[important color=red title=”e-vren sözlüğü (2)”]Abesle iştigal etmek: Bu deyimdeki “abes”in kelime anlamı gereksiz, lüzumsuz‘dur ve Arapça’dır. İştigal de uğraşma, meşgul anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. Böylece bu deyim,yararsız uğraşlarla vakit öldürmek anlamına gelmektedir.

Naçiz: Atatürk’ün Benim naçiz vücudum elbet birgün toprak olacaktır sözünden hatırladığımız bu sözcük değersiz, önemsiz anlamına gelmektedir ve Farsça bir kelimedir.

Afakan: Arapça’dan dilimize geçmiştir ve çarpıntı, sıkıntı anlamına gelmektedir. Afakanlar bastı! şeklinde yaygın bir kullanımı vardır. [/important]

Kullandığımız kelimelerin sözlük anlamlarını bilmiyor olmamız, Continue reading →